FATİH MİKA İLE SANATI VE SAİT FAİK ÜSTÜNE…
1956 yılında İstanbul’da doğan Fatih Mika ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki eğitimini dönemin siyasi olayları dolayısıyla yarıda bırakarak Yugoslavya’ya gitti. Burada Sarayeva Güzel Sanatlar Akademisi Grafik bölümü’nden mezun oldu. İhtisasını da aynı akademinin Dzevad Hozo Atölyesi’nde tamamladı. Fatih Mika 1989’dan bu yana da çalışmalarını Roma’da sürdürmektedir.
“Elli Yıllık yaşamı içinde üç ülke, üç vatan edindim” diyen Fatih Mika, Yıldız Cıbıroğlu’ nun deyimiyle “Kökleri Küçükçekmece’ de, gövdesi Sarayevo’da (Saray- Bosna), dalları Roma’da olan bir ağaç” gibidir. ( Fatih Mika, “İncisioni\Gravür” Adlı Katalog Sunuş Yazısı,: Yıldız Cıbıroğlu, s.4, (7- 19 Nisan 2006, İstituto Italiano di Cultura\ İtalyan Kültür Merkezi, Ankara \Sevgi Sanat Galerisi, Ankara)
Çalışmalarını gravür sanatıyla sürdüren Fatih Mika Türkiye’de en son “Ayrıntılar”
11- 26 Mayıs 2006 tarihinde Çukurcuma Galeri Artist ‘ deki sergisi aracılığıyla sanatseverlerle buluştu.
Sayın Fatih Mika İle “Sait Faik’ e Saygı Dizisi” adlı çalışmaları üzerinden Sait Faik ve gravürlerindeki yansımalarını konuştuk.
İ.Ş.: İzin verirseniz “Haritada Bir Nokta” adlı öyküsünden bir alıntıyla başlamak istiyorum.”İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler”
Sait Faik ile yazınsal boyutta ilk karşılaşmanızı anımsıyor musunuz?
Hangi öyküsüyle keşfettiniz onu, sizde bıraktığı izler nelerdir?
Bu alıntıdan yola çıkarsak, Sait Faik ve öykülerinin başlı başına ‘ideal dünyanızın’ var olduğu bir ada olduğunu söyleyebilir miyiz?
F.M.: İlkokulda iken çok yaramazdım, derslerle aram hiç iyi değildi ama Sait Faik' in Türkçe kitabımızda ki "Karanfiller ve Domates Suyu" adlı öyküsünü Sait Faik 'in öykülerini gerçekten tanıyıncaya kadar unutamadım.
O yıllarda Küçükçekmece Yeşil Yuva İlkokulu tarlaların içinde bahçe duvarları bile olmayan bir okuldu. İlkbaharda teneffüs zili çalıp da bahçeye çıktığımızda ayaklanan doğa beni kendine çağırır ve ben farkında olmadan okuldan uzaklaşırdım. Bir yıl önce çöpe atılan meyve çekirdeklerinden çıkan fideleri toplar evimizin bahçesinde kendi bahçemi yapardım. Tabii ki teneffüsün bittiğini bildiren zili duyamayacak kadar okuldan uzaklaşmış olurdum. Böyle bir ilkbahar günü bütün derslere geç girdiğimi ve her defasında da öğretmenimden dayak yediğimi hala hatırlarım. Bu küçük ağaç fideleri ile olan ilişkim beni yıllar sonra ‘Bonsai’ yetiştirmeye yöneltti. Sanırım Kör Mustafa'nın doğa ile olan ilişkisi, bütün zorluklara karşı kendi dünyasını kendisinin kurması becerisi benim ilgimi çekmiş olmalı.
Sait Faik' in öykülerini ise gerçek dünyanın içinde bir ada olarak düşünmeli.
İ.Ş.: Cemil Kavukçu kendisiyle yapılan bir röportajda (Cemil Kavukçu ve Temmuz Suçlu”, İnsancıl, sayı 2, Aralık 1990, s.33) Sait Faik için şunları söylüyor:
“Sait Faik’ i okudukça, ondaki gözlem gücünü, yaşamın ayrıntılarını -sanki biz yaşamıyorduk da, o yeni baştan bulup bize gösteriyor gibi- bir kez daha keşfediyordum. Uçup giden küçük ayrıntıları, izlenimci bir ressamın güneş ışığını, gölgeyi- ya da anı- yakalama telaşı gibi Saptama coşkusuna kapılarak öyküler yazmak istedim.”
Sizin gravürlerinizde yakalamaya çalıştığınızın bunlara yakınlık gösterdiğini söyleyebilir miyiz?
Bütün o renkleri, dokuları iç içe beslerken bana kalırsa siz Sait Faik’ i kendi dünyası içinde tanımaya çalışıyorsunuz. Yanılıyor muyum?
Bunun yanı sıra Yıldız Cıbıroğlu’ nun “Sait Faik ile sanatsal duygu hısımlığı kurması; Sait Faik’ in balıkçıları, denizi, kuşları, balıkları, doğayı çok iyi anlaması, anlatması ile sıkı sıkıya bağlı” (İncisioni\Gravür, s.6.) olduğu yönündeki saptamasına katılırsanız eğer; bunu aynı zamanda yaşam yolculuğunuzu da anlamaya çalıştığınızın göstergesi gibi algılarsam sanatınızdan çok uzağa mı düşmüş olurum acaba?
F.M.: Çocukluğum ve gençliğim denizin, gölün, kırların ve buralarda yaşam kavgası veren insanların içinde geçti. Doğada ve insanların yaşamlarında ki küçücük ayrıntıları hep sevmişimdir. Sardunyayı sevmesini bilmeyenlerin orkideleri de sevemeyeceklerine inanırım. Lise yıllarımda harçlığımı balıkçılıktan kazanırdım. Liseyi bitirdiğimde üniversiteye değil de fabrikalara işçilerin arasına çalışmaya gittim. Sayın Yıldız Cıbıroğlu' nun da dediği gibi " Sait Faik ile duygu ve yaşam hısımlığım" var. Bir de yaptığı işi ciddiye alan, tavizkar olmayan kişiliğini her zaman örnek almaya çalışmışımdır. Bu elbette çok zor bir iştir, fakat zorlandığım zaman oturur tekrar Sait Faik' i okurum.
Sait Faik' in Havada Bulut adlı kitabında (Bilgi Yayınevi-Butun Eserleri 4 / 3. Basım 1977) "İkinci Mektup" adlı öyküde (Depremden sonra memurlar için yapılan deprem evlerindeki yolsuzlukla ilgili) şöyle bir bölüm var: "Şu memur evleri meselesini dedikodu mahiyetinden çıkarmak isteyen üç beş delikanlı para koyarak, aynı evsafa haiz bir ev yapıp icap eden yere göstermek istiyorlar.
İşte bak! Yapılacak şey bu! Ah, kahvede bugün söyleyip bugün işe başlayabilseler. O zaman işin dedikodu olmadığını ispat edebilirler. Ne güzel olur. Yapamayacaklar ama sevgilim. Bilirim. Biz ne hayaller kuruyoruz! Neler, neler yapıyoruz! Hiç biri olmuyor, sevgilim! Hani ikimiz ne hayaller kurmuştuk! Sonra ayrı ayrı ne dostlarımız vardı.
Ben iki odalı bir ev, tavuklar, bir mektep hocalığı düşünmüştüm. Öyle çocuklar yetiştirmek istiyordum ki… O kadar mühim çocuklar da değil: Şu delikanlıların söyleyip de sonra kahkaha ile güldüklerini hakikat yapacak insanlar."
Benim gravürde yapmaya çalıştığım aşağı yukarı böyle bir şey: "o kadar mühim değil" ama ayakları yerde olan, gelecek kuşakların üzerinden devam edebilecekleri bir gravür.
İ.Ş.: Sayın Yildiz Cibiroglu’ nun sizin sanatınız hakkındaki ufuk açıcı yazısından alıntılarla devam etmek istiyorum izninizle. Bu yazısında sizin sanatınızla ‘göç’ olgusu arasında bağlantılar kuruyor. İzleklerinizde; kuşlar, balıklar, özellikle suda devinen balıklarınızla savrulmalara bir sığınak aradığınızı işaret ediyor içten içe.
”Küçükçekmece gölü Fatih Mika için sanatına esin kaynağı olan özel bir ‘niş’ tir. Küçükçekmece sanatçının aydınlamasının ,yeniden doğumunun rahim sularıdır”.
Ayrıca suyu ve sualtı yaşamını benimsemenize şöyle ilginç bir açılım sunuyor: “Fatih Mika’ nın gravürlerinde imgeler en çok sessiz bir dünyadan, suyun altındaki loşlukta yaşananlardan seçilmiş. Sümer’de bu imgelemin yorumu kısaca şöyle: Güneş ışığı suyun dibine vurur ve bu yansıma bilgeliğin kendisidir.(Kramer, Sümerlerin Kurnaz Tanrısı Enki, Kabalcı, 2000, s.420) Gerçeği bize doğrudan gösteren güneş ışığıdır, ama bilgelik gerçeğin yorumudur. Aynı zamanda denizin dibindeki loşluk güzel sanatlardaki imgelem, esin ve sezgiyle de ilişkilidir. Bu tanımlama ilk olarak Sümer’ de ‘bilgelik tanrısı Enki’ üzerinden yapılmıştır ve Enki bu yüzden denizin altındaki sarayında oturmaktadır.(Öteki tanrıların sarayı gökyüzündedir.) “ (İncisioni\Gravür, s.5 )
Bütün bunlara katılır mısınız? Bu saptama Sait Faik’ in sanatına da dolaylı da olsa bir açılım getirir mi sizce? Nasıl açıklarsınız bunu?
Sayın Yıldız Cıbıroğlu' nun benim gravürlerimi böylesine derinden incelemesine burada teşekkür etmem gerekiyor. Bir sandalın üzerinde elinde bir misina ile oturan balıkçının gözünün önünden geçenler gerçek değil ama gerçeğin yorumudur. Bu yorumu balıkçı o güne kadar ona aktarılmış olanlarla yada kendi deneyimleri ve düş gücü ile yapar. Balığın yem ile olan ilişkisi, olta ile olan ilişkisi, rüzgar ile olan ilişkisi, kendinden daha büyük yada daha küçük balıklarla olan ilişkileri ve diğer birçok şey. Bu yorumlar dünyası gerçek dünyayı öyle bir aşar ki bu dünyanın içine giren kişiler "Aylak" olup bir daha gerçek dünyaya dönemez normal işlerde çalışamazlar.
Üç gram toprak tozunun anlamını kağıt üzerinde değiştiren kişinin, sanatçının gücü buradan, gerçeğin yorumundan doğar. Sait Faik de bizlerin yalın hayatlarının içinden, bizim günlük hayatta kullandığımız kelimelerle büyük öyküler çıkartmasını bilmiştir.
İ.Ş.: Sait Faik ‘Haritada Bir Nokta” öyküsünde doğa için söyle bir tanımlama getiriyor:
“Tabiat çoğunca dosttur. Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkanları veren, yüz vermez bir babadır; fırtınasında kayığını batırdığı zaman yüzmesini, rüzgarında kulübenin damını uçurduğu zaman daha sağlamı, daha hünerliyi bulmayı öğretiyor; canavarlarıyla karşı karşıya bıraktığı zaman adele kuvvetini sınıyordur. Orada, dört tarafı su ile çevrili yerde insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam adaleler, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgarlar, fırtınalar, deniz canavarları, kayaları günlerce haftalarca döven dalgalarla ancak tabiatın buyurduğu şekilde yaşanabileceği” fikri gravürleriniz için seçtiğiniz Sait Faik öykülerinde yineleniyor.
Sizin doğanız da ‘öğretici’ ama uzlaşmaz bir çizgide mi ilerliyor?
F.M.: Sanırım uzlaşması da gerekmiyor?
Kim söylemişti? "Kadınları anlamak değil sevmek gerekir." diye. Doğa da, sanat da öyle. Kullandığım malzeme ile mücadele etmeden, onunla diyalog kurarak gerçekleştiririm sanatımı.
İ.P.: “Sait Faik’ e Saygı Dizisi” üzerinde duralım istiyorum? Ortaya çıkış süreçlerinden bahsedebilir misiniz? Atladığım ya da eksik bıraktıklarım varsa düzeltin lütfen; bu dizide “Sinarit Baba”, “Son Kuşlar”, “Beyaz Pantolon”, “Dülger Balığı İle Hesaplaşmalar” adlı gravürleriniz yer alıyor öyle değil mi?
F.M.: Uzun yıllar ülkemden uzakta yaşıyordum. Ülkemle ilişkimi Sait Faik' in öyküleri üzerinden kurmayı düşünmüştüm. Amacım hiçbir zaman Sait Faik' in öykülerini gravürle anlatmak olmadı. Onun öykülerine saygı duyarak ve onlardan yola çıkarak yada esinlenerek gravürler yapmayı denedim. Gravürün sorunları ve anlatım olanakları edebiyatın anlatım olanaklarından çok farklı.
Sait Faik' in öykülerinden yola çıkarak gravürler yapmaya 1993 yılında başladım. İlk iki gravürün "Sinarit Baba" ve "Dülger Balığının Ölümü" nün hazırlıklarını da, kendilerini de paralel bir şekilde yaptım. Daha sonra sırası ile "Beyaz Pantolon", "Son Kuşlar I", "Kırlangıç Yuvasında ki Kadın" ve Son Kuşlar II, III, IV.
1994 yılında İstanbul'da bir sergi açmak için Baldem Sanat Galerisi'ni aradım. Telefonu Betül İncedayı yanıtladı. Baldem Sanat Galerisi'nin kapanmak üzere olduğunu fakat kendisinin Ekol Sanat Galerisi ile çalışmaya başlayacağını ve Ekol Sanat Galerisi'nde sergi açabileceğimi söyledi. Beni bir telaş aldı. Zamanım ve elimdeki gravürler azdı. Heyecanlı ve düşünceli bir şekilde ne yapacağım diye düşünerek atölyeye girerken yerde yuvadan düşmüş bir kırlangıç yavrusu buldum. Aklıma hemen Sait Faik' in "Kırlangıç Yuvasında ki Kadın" adlı öyküsü geldi. Oturup kırlangıcın kara kalemle desenini çizmeye başladım. Bir elimde kuş bir elimde kalem çalışırken ne göreyim kırlangıcı tutan elimin üzerinde bitler dolaşıyor. Desenin yarısını tamamlayıp kırlangıcı sokağa saldım, diğer yarısını da tamam olan kısmına bakarak yaptım. Desene çalışırken de aklımda hep Sait Faik. İlk defa para karşılığı bir öykü yazacaktır, eli ayağı birbirine dolaşır. Kağıt kalem satın alıp gider kahveye oturur. Kahvenin içinde ki boş kırlangıç yuvasına dalmışken kahveci kadın hikayeyi anlatır. Ben de kırlangıç yuvasını o yuvadaki kadına bir gönderme olarak dantelden yaptım.
İ.Ş.: ‘Kırlangıç Yuvasındaki Kadın’ öyküsünün ‘sizdeki öyküsü’ ne kadar da etkileyici! Dilerseniz sırasıyla diğer öykülerin size çarpıcı gelen ayrıntılarını öğrenmeyi
isterim!
“ Sinarit Baba” öyküsü, birbirine geçen, çoğalan renk ve ayrıntıların genişlettiği,sonu “pişman ve mağlup” biten, ölümü arayışın trajik öyküsü! Gravürleri izlerken sanki tam da şu cümleleri yeniden yaşatıyor, canlandırıyordunuz :
“Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinarit Baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem ilk çağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kimbilir.
Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi, lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele ediyordur. “
Ne dersiniz?
F.M.: Sinarit Baba’ yı çalışmaya başladığımda elimde sinarit balığı ile ilgili malzeme yoktu. Balıkçıda da sadece mercanlar vardı. Ben de ön hazırlıklarımı bir mercan balığına bakarak çalıştım ve daha sonra üzerinde oynadım. Onun "baba" halini ve otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliği vermeye çalıştım.
İ.Ş.: “Son Kuşlar” öyküsünde Sait Faik doğanın yitişine ağıt yakar. Yine de esas olarak Konstantin Efendi’lerin varlığına ağıttır bu. Sizce?
O cümleleri hatırlatmak isterim, “Sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca insana sulh, şiir,şair, edebiyat,resim, musuki, mesut insanlarla dolu, anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız, bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan ger insan, kuş sesleri ile böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor.”
F.M.: Her sonbahar kafalarımızın üstünden rengarenk çiçekler gibi geçen bu küçücük göçmen kuşların bir gün yok olabileceklerini daha o yıllarda sanatçı duyarlılığı ile ancak Sait Faik görebilirdi. Bütün yasaklara rağmen hala İtalya'da bu küçük kuşların etlerinden oluşan yöresel yemekler var. Çok şükür bizim kültürümüzde böyle bir yemek tarifi yok. Bizim kültürümüzde bu kuşları kafeslerde beslemek var. Bende yıllarca bu kuşların arkasından koştum. Sait Faik’ e Saygı Dizisi- ‘Son Kuşlar’ da ise Sarayevo' da öğrenci iken ölen bir kuşumun desenini ve bu kuşların tutulmasında kullanılan ‘florya’ dikenlerini kullandım. Bir anlamda o kuşlara olan bir borcumu ödeme şekli olarak ta düşünülebilir.
İ.Ş.: “Dülger Balığının Ölümü” ve “Beyaz Pantolon” öyküleri üzerine siz neler söylemek istersiniz, elbette gravürleriniz doğrultusunda?
F.M.: Dülger balığının kendisini Piazza Vittorio halk pazarından alıp bir kartonun üzerine çiviledim ve derin dondurucuya koydum. Zaman zaman derin dondurucudan çıkarıp karşıma koyup çalışıyor ve tekrar derin dondurucuya koyuyordum. Bu konu ile ilgili gerekli olacağını düşündüğüm bir çok marangoz aletinin desenlerini de çalıştım. Fakat sonunda dülger balığına yakışacağını düşündüğüm ahşap bir zeminin üzerine dülger balığını işledim.
Beyaz Pantolon adlı öyküde adaya her sonbahar gelip çiroz yapan çingeneler anlatılır. Çirozların kanlarının ötesinde kanlı bir öyküdür bu. Ama ben gravürümde sadece çirozları kullandım . Piazza Vittorio Halk Pazarından aldığım iri akdeniz istavritlerinden, önce sahiden çiroz yaptım. Roma'da komşuların hayret dolu bakışları altında ipe dizdim ve pencereye astım. Bu arada çirozlar pencerede asılı iken ben İstanbul'a gitmiştim, yağmur yağmış çirozların ağır kokusu evi basmış. Allahtan İtalyanlar saygılı insanlar ne karım ne de ev sahibim balıkları atmamışlar. Daha sonra da bu çirozların desenlerini Beyaz Pantolon adlı gravürümde kullandım.
İ.Ş.: İleride çalışmayı istediğiniz başka Sait Faik öyküleri de var mı?
Sait Faik’e Saygı Dizisini çok severek yaptım. Daha önceki gravürlerimden farklı olarak bu gravürlerime bir şekilde figür girmiş oldu. Daha geniş bir kesimle ilişki kuracağımı da düşünmüştüm. "Havada Bulut" tan yola çıkarak gravürler yapmayı çok istedim, hatta bunun bazı ön hazırlıklarını da yaptım. Belki de önümüzde ki yıllarda gerçekleştiririm. Bir de "Sakarya Balıkçısı" nın tasarımları gözümün önünde duruyorlar.
İ.Ş.: Böyle büyük coşkuyla okuduğunuz başka öykücüler var mı? Sizi etkileyen başka öykülerin de ayrıntılarını gravürde dillendirmeyi düşündünüz mü?
Unutmadan söylemek gerekiyor. Gravürlerinizde birçok sanatçıyı çalışmışsınız; örneğin, “Aliye Berger’ in Anısına”, “Şair ve Şiiri- İlhan Berk”, Rıfat Ilgaz’a Saygı- Küçükçekmece Okyanusu I “ gibi.
Son bir soru Roma’da günümüz Türk edebiyatını takip edebiliyor musunuz? Beğenerek okuduğunuz yazarlar, öykücüler?
F.M.: Aklıma hemen Panait İstrati geliyor, bana okumayı sevdirten bir yazardır O. Bir de her yazar sizi görsel olarak kışkırtamıyor. Bu yazarın iyi olmadığı anlamına gelmiyor elbette.
Ülkemden kopmamaya çalışıyorum. Ama Roma'dan Türk edebiyatını izlediğimi söyleyemem. Bu konuda dostum Önay Sözer bana hem yardim ediyor, hem de edebiyatla ilişkilerimde beni kışkırtıyor.
Sayın fatih Mika sorularımı yanıtladığınız için içten teşekkürler...
Yeni çalışmalarınızı da heyecanla bekliyor olacağım. Saygılar…
İPEK ŞAHBENDEROĞLU