italiano
Fatih Mika  
 
Biyografi
  Fatih Mika
  Sergiler
  Kritikler
  Basından
 
Melda Akansel

 

Gravür nedir?
Bir çizgi yada izin sert bir levha (metal-ahşap v.b) üzerine kazılarak yada oyularak bir kalıp hazırlanması daha sonra da bu kalıbın mürekkeplenerek bir kağıt üzerine basılması sanatı, yani kısaca bir baskı sanatı.Bu oyma-kazıma işleminde çelik kalemler ve mekanik diğer aletler kullanıldığı gibi metal üzerinde gerçekleştirilen bazı tekniklerde asitler de kullanılıyor. Tabi ki burada sanatı çizginin yada izin estetik niteliği belirliyor. Kalıbın  kazılma-oyulma şekilleri gravürün tekniğini belirliyorlar.
Kalıp kullanılarak kumaş üzerine yapılmış ilk baskılara M.Ö. VII.yy da Mısır'da rastlıyoruz. Bu teknik daha sonra Çin'e geçiyor. Ve M.Ö. 105'te kağıdın bulunması ile kağıt üzerine de basılmaya başlanıyor. Baskı teknikleri batıya geçtiğinde batılıların bu dala getirdikleri yenilik doğuda el ile yapılan baskının pres ile yapılması.
İlkönceleri bir çoğaltma aracı olarak kullanılan gravürün  estetik değerler yaratma olanakları sanatçılar tarafından keşfedildikçe bağımsız bir sanat dalı oluyor. Albert Dürer gravür ile sanat yapacağını açıklayan ilk sanatçı.
Gravür teknikleri sanatçılara başka sanat dallarının veremediği yeni anlatım olanakları verirken tiraj olanağının olması da sanatlarının diğer sanatlara göre daha demokratik olmasını sağlıyor.
Aldığınız eğitimden bahseder misiniz?
1980 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ndeki eğitimimi yarım bırakmak ve yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. O tarihlerde vizesiz gidilebilecek pek ülke de kalmamıştı, ben de köken olarak geldiğim fakat dillerini bile bilmediğim Kosova'ya gittim. Dille aram hiç iyi değildir, bunu Priştina'da ki bir yıllık dil eğitimimden sonra daha iyi anladım. Dilin az kullanıldığı bir okul seçmem gerekiyordu, biraz da İstanbul'da ki akademilere daha önceki başvurularımda kabul edilmeyişimin de verdiği bir duygu ile Priştina'da ki akademinin grafik bölümüne yazıldım. Hem sanatla ilişkim olur hem de paraya çevirebileceğim bir işim olur sanıyordum. Yanılmışım. Doğu bloku ülkelerinde "Grafik" denildiğinde "Baskı Sanatları"nın kastedildiğini bilmiyordum.

Priştina'da ki Akademi de pek mutlu değildim, Albert Dürer'in bir sergisini gezmeye gittiğimiz Sarayevo'da ki Akademiyi gorünce kaydımı oraya aldırdım. Bütün malzemeler okul tarafından karşılanıyordu, atölyeler beşer öğrenciden ibarettiler. Atölye hocamız Dzevad(Cevad okunur) Hozo'ydu. Öyle bir atölye kurmuştu ki oraya adımını atan gravürcü olarak çıkmak zorundaydı. Geçen yıl İsveç'in Falun kentinde katıldığım "Balkan Gravürcüleri Trienali"nde Hozo'nun Atölyesinden yetişmiş birçok sanatçı vardı. Trienal Balkan ülkelerinin gravürcülerini biraraya getirirken Hozo'nun değişik balkan ülkelerinde ki öğrencilerini de biraraya getirmişti.
Bir kaza sonucu dört yıllık grafik ( Gravür) eğitimi almış oldum. Daha sonra ise iki yıl  aynı akademide ihtisas yaptım.
Gravür çalışmaya nasıl başladınız?
Gravür zanaat yanı ağır basan bir sanat bu yüzden mutlaka bir usta-çırak ilişkisinin olduğu bir atölyeden yetişmeniz gerekiyor.Hozo'nun atölyesine ayak basınca gravürcü olarak çıkıldığını daha önce zaten söylemiştim. Ben  akademiye başladığımda yirmibeş yaşındaydım. Diğer sınıf arkadaşlarımdan daha yaşlı olmam sanattan ne istediğim konusunda daha net düşüncelerim olmasını sağlıyordu ama elim onlar kadar hızlı değildi. Bu açığı kapatmamda sabırlı olmamın ve tekniğin çok iyi öğretildiği bir okulda yetişmemin rolü büyüktür.İlk yaptığım gravürler muşambabaskı tekniği ile yaptığım gravürlerdi. Bunları basıp karşıma koyunca çok heyacanlandığımı hatırlıyorum. Beni heyacanlandıran bu gizemin ne olduğunu daha sonra anlayacaktım. Bu gizem teknikte ve kalıbın mürekkeplenme şeklinde saklı idi. Bu büyük sanatçılarla aranızda bir göbekbağı oluşturuyordu. Picasso da,Chagall da, Munch da gravürlerini aynı şekilde mürekkeplendirmişlerdi. Onların kazıdıklarını  kazıyamıyorsanız da onların kullandığı saflıkta bir siyahınız ve bir beyazınız vardı. Bu çok çekici(kışkırtıcı)  birşeydir. Daha sonraları derin baskı tekniklerine geçtim. Akademi eğitimim sırasında  öğrenci olduğumu hiç unutmamışımdır. Diğer aceleci arkadaşlarıma kıyasla sanat yapmak yerine daha çok deney yapmaya, daha fazla öğrenmeye çalışmışımdır. Daha sonraki yıllarda bu seçimimde yanılmadığımı anladım.

Sizce Türkiye'de gravür sanatı ne derece tanınıyor?
Özgün baskı adı altında gravürün hakkını yediler ve bir kavram kargaşası yaratıldı. Ticari kaygılarla piyasa için özellikle serigrafi ile çoğaltılan ünlü ressamların tabloları özgün baskı adı altında; hatta bazan Belçika'lara kadar gidilerek ofset ile çoğaltılan ünlü ressamların tabloları ise taşbaskı adı altında hem ekonomik olarak hem de estetik olarak gravür ile aynı kefeye konuldu. Bu kargaşanın ve herkesin gözü önünde Siyah Kalem'in bile özgün baskı sergisini yaptılar. Tabii ki bütün bunlar gravürün yararına olmadı. Hala, değil iki üç teknik tanıyan galericiyi gravür kağıdını havaya kaldırıp tutmasını bilen galerici sayısı bile iki elin parmaklarının sayısını geçmez sanıyorum. Gerisini siz düşünün. Aynı şeyi eleştirmenler için de söylemek mümkün.
Bu dalda ki diğer bir sorun da oyuncuların ve hakemlerin aynı kişiler olması. Gravürde son sözü kendileri de gravür yapan sanatçılar söyluyor. Bu çok tehlikeli birşey. Gravürden anlayan bir eleştirmen ve galerici kuşağı, birde gelenek eksiğimiz var.



Sanat hayatınızı İtalya’da sürdürmeniz size ne gibi avantajlar sağlıyor?
İtalya büyük bir sanatsal mirasa sahip. Bu bazan sizi büyük bir baskı altına alıyorsa da zorda kaldığınızda da tek başınıza  çıkış yolunuzu bulmanıza  yardım ediyor. Belki de bu yüzden İtalya'da çoğu zaman kendi kendini yetiştiren sanatçılar  iyi sanat yapabiliyorlar. İtalya çağdaş sanatı yönlendiren bir merkez olmasa da çağdas sanatın sorunlarının hızla yansıdığı bir ülke. İtalya'da yaşarken farkında olmadan dünyada da yaşıyorsunuz. Bir ikinci avantajı da malzeme, elinizin altında kolayca ulaşabileceğiniz malzemenin olması, bir yandan birikiminizi zenginleştirirken bir yandanda  herhalde rahatlatıcı bir unsur olmalı.
Çalışmalarınızda size ilham veren, insanlar, olaylar ve durumlar nelerdir?
Kadının cinselliği nasil ki çarşafın altında başlamazsa. Gravür de öyle.Bir gravür, bakır bir levhanın önüne oturmadan çok daha önce başlıyor. Bir şeyden esinlendiğinizde elinizin altında ne mumlanmış bakır kalıplar ne de çelik kalemler ne de  asit tekneleriniz var.  
Ülkemle ve kendi geçmişimle ilgili gravürler yapmak istediğim de Sait Faik'in öykülerinden yararlandım. O öyküleri okurken gözümün önünden bir yandan kuşlar, ağlar balıklar  geçerken bir yandan da onların gravür dili ile yapılabilecek görüntüleri geçiyordu. Sait Faik'e Saygı dizisi böyle doğdu.
   Edebiyat beni hep kışkırttı. Gravürle edebiyatı birbirine karıştırmadan edebiyattan yararlanırım. Sait Faik'in öykülerinden, İlhan Berk'in ve Eugenio Montale'nin şiirlerinden esinlenerek gravürler yaptım.
   Bir de doğa, doğanın etkisi gravürlerimde kolayca görülür. Çocukluğum ve gençliğim Istanbul'da Küçükçekmece'de geçti. Doğal zenginliklerin ve güzelliklerin bulunduğu bir yerdi o zaman Küçükçekmece. Yaz aylarında balıkçılık yaparak harçlığımı kazanırdım. Bütün gece tekir ağları ile voli vurur tuttuğumuz tekirlerin sol taraflarındaki pullarını kazıyarak kırmızılaşmalarını sağlar  sonra yoğurt tepsilerine dizer satardık. Tekirle Hesaplaşmalar adlı gravürlerimde bu deneylerimden de yararlandım.
 
   Küçükçekmece Köprüsünün önüne her ilkbahar-yaz ayları dalyan kurulurdu. Yumurta bırakmak için denize çıkmaya çalışan kefaller dalyanın kurulduğu yerden geçerken ağ yukarıya kaldırılır. Ağın içinde kalan kefaller köpükler içinde sağa sola sıçrarlardı. Dalyan-I adlı gravürüm o anılarımın ve doğa ile olan iliskimin gravür dili ile kağıt üzerine yansımasıdır.Daha önce soylediğim gibi gravürde nasıl büyük sanatçılarla paylastığınız ortak bir siyah ve bir beyazınız varsa, doğanın da herkese sunduğu ortak bir zenginlik ve güzellik var. Herkesin bir iskorpit balığını algılayışı değişik olsa da çok varlıklı bir kişinin baktığı iskorpit ile normal bir vatandaşın baktığı iskorpit arasında fark yok.



Sanat görüşünüzden bahseder misiniz?
 Bir tarzdan çok kaliteye önem veririm. Enerjimi yeni bir dil yaratmak yerine kullandığım  malzemenin  olanaklarını araştırmaya harcarım. Doğadan ve Edebiyattan yararlansam da amacım nihai olarak gravür yapmaktır, ne doğayı kopya etmek ne de bir öyküyü anlatmak. Bunlar diğer bir çok şey gibi benim kalkış noktalarımdır. Birkaç gram toprak tozunu kağıt üzerinde toprak tozundan bambaşka birşeye dönüştürdügümde sevinir "Bu benim işim işte." derim.

 Ben aynı dönemde birbirinden farklı tarzlarda çalışabilirim. Değişik tarzda ki sanatçıların işlerinden tad  alabilirim. Küfür ederken yada aşkınınzı ilan ederken yada dua ederken aynı stili ve dili kullanamazsınız. Önemli olan herşeyden önce gravürün gravür, resimin resim, heykelin heykel gibi olmasıdır.  Bir gravürü yaparken bu işi en iyi bilen birinin de bu gravürü birgün göreceğini düşünerek yaparım. Beğeni görmüş bir gravürümde beni rahatsız eden bir eksiği keşfedersem bozma riskini de göze alarak olması gerektiği gibi yeniden yaparım.
Gelecekten neler bekliyorsunuz? İdealleriniz ve hedefleriniz neler?
Ne kadar zor bir soru. Biraz daha gravür yapabilmeyi. Bir de bir süre Türkiye'de yaşamayı. Gravür bir anlamda da meslek sırları, püf noktaları sanatı. Bu nedenle öğrenci yetiştirmeyi de çok isterdim ama şimdiye kadar bu mümkün olmadı. Bir   sanatçının kendisini her zaman aşması mümkün değil, oysa öğrencileri hocalarını aşabilirler. Bu mutluluk verici birşey olmalı.
4 Mart’ta İzmir’de açacağınız serginizden bahseder misiniz?
Geçen yaz Altın Yunus'ta Yaşar Eğitim Vakfı'nın Sanat Galerisi'nde kişisel bir sergi açtım bu bir başlangıç oldu. Bu başlangıcı devam ettirmek istiyordum. Daha önce İzmir'de yaşamış Roma'da oturan sanatçı arkadaşım Füsun Akbaygil'le konuşurken bana Centro Culturale "Carlo Goldoni" ile ilişki kurmamı önerdi. Bu sergi böylece gerçekleşmiş oldu. İzmir benim için kapalı bir kutu.Biraz da içinde güzel şeylerin saklı oldugunu hissederek bu kapalı kutuyu açmaya çalışıyorum.

Teşekkür ederim.


 

geri dön