Ağustos ayının yapış yapış sıcakları gitmiş; günler kısalmaya başlamış; mavi göztaşlarını emmiş yaşlı asma kütüklerinin yorgun yaprakları arasındaki şeffaf salkımlar tatlanmış; yeşil yapraklı ağaçlardaki mayhoş elmalar kızarmış; tüylerinin altındaki sarı etlerini gösteren sulu ayvaları taşıyamayan dallar sarkmış; şehvetli incirler, ballarını göstermek için davetkar davetkar yarılmış; bahçelerdeki çiçekler, son baharlarını yaşamak için başlarını tekrar kaldırmış; şebboylar, karanfiller kokularını çamaşırlar gibi mandallayıp eylül ayının rutubetli havasına asmışlardı.
Bu balıkçı köyünün küçük barakalarını himayesi altına almış yüksek söğüt ve kavak ağaçlarının dallarındaki serçeler, gün doğmadan uyanmış; dün gece gördüklerinin, duyduklarının dedikodusunu yüksek sesle yapmaya başlamışlardı. Ahmet Reis’in evinin önündeki ispenç horozları, izlenimci tabloların kalın fırçalarla yapılmış kırçıl kırçıl renkleri, paçalarının arasından çıkmış mahmuzları, minimınnacık boyları ile toprakları eşeleyip, kendilerinden daha iri tavuklara horozluk taslıyorlardı.
Leylekler, ciddi siyah-beyaz gazeteler gibi kuzey ülkelerinden topladıkları haberlerle şehrin üzerinden geçiyorlardı.
Yoksulduk ama Dünya güzeldi.
Geceleri ayışığında da güzeldi. Ayın saklandığı, suların yakomozlarla yandığı ay-karanlıklarında da güzeldi. Deniz güzeldi, sen güzeldin, ben seni seviyordum.
Poyrazlar, tatlı suları, çeşit çeşit balıklarıyla Karadeniz’i itiyorlardı Marmara’ya. Bursa bıçağı gibi oynak hamsileri, sırtları dantelli palamutlar kovalıyor. Yunuslardan kaçan palamutlar, suyun üzerinde sıçrayarak sanki uçmayı öğreniyorlardı. Kendi can derdindeki palamutlar, yunuslardan tek tek kurtulmaya çalışırlarken, biz balıkçılar onların hesabını çift çift yapıyorduk. Bir çift palamut akşam yemeği idi. On çift palamut, yövmiye. On çiftten sonra hayaller kurmaya başlar balıkçılar. Bin çift palamut, milli piyangonun büyük ikramiyesi gibi düşer bu küçük balıkçı köyüne.
On beygirlik Albin marka motor, fırınlarda hamur yoğurmaktan sıkılmış, foşurtulu su devir sistemi ile Pehlivanın alamatra teknesinin pervanesini döndürüp mavi denizlerde maceralar aramaya çıkmıştı. Islak brandaların üzerine istiflenmiş ağların bir kısmı ardçı kayıkla aramızda bir kavis yapıyor, yükselen dalgaların içine girip çıkıyor, sonra tuzlu sular damla damla kendilerini denize bırakıyorlardı. Ben teknenin dümenine oturmuş pür-dikkat direğin üzerindeki Nuri Reis’in bana verdiği işaretlere bakıp tekneye yön veriyordum. Nuri Reis direkten düşmemek için tek eliyle bulutlara tutunmuşken bir yandan mavi gözleriyle siyah denizin içindeki yakomozları emiyordu. Yakamozlarda denizanaları, canavarlarını şaşıtmak için sardalyaların bıraktığı pullar, küçük gruplar halinde gezen lüferler, palamutlar siyah kartonların üzerine beyaz pastellerle ışıklı resimler çiziyorlardı.
Nuri Reis’in narasıyla Hamza çeliği çekmiş, ağlar suya dökülmeye başlamışlardı. Ardçı kayıktaki Remzi de var gücüyle küreklere asılıyor, bir an önce balığı çevirmeye çalışıyordu. Ardçı tekne ile alamatra teknenin buluştuğu noktada ben motoru boşa almıştım. Süleyman kavanozun içindeki lambayı kablosu ile birlikte suya attı. Bir yanına kurşun bağlanmış kavanoz hızla denizin dibini boyladı. Süleyman kablonun iki ucunu aküye dokundurunca derinlerde parlayan lambanın ışığından kaçan palamutlar ağlara vurdular.