Okulun bahçesinde her sınıf sıraya dizildikten sonra and içip okula giriyoruz. Lastik çizmelerimizin altındaki çamurları okulun giriş kapısında bu iş için yapılmış demirlerin üzerinde temizlemeye çalışıyor, temizleyemediğimiz çamurları merdivenlere, koridorlara döke döke, itişip kakışarak beyaz yakalı siyah önlüklerimizle sınıflara doluyoruz. Kuruduktan sonra toz olup dağılan, ders aralarında teneffüs etmemizi zorlaştıran bu çamur olmuş toprağı sevmesem de; üzerinde henüz kardeşleşmemiş buğdayların, yeşil bir suluboya gibi döküldüğü tarlalardaki toprak beni çekiyor. Yeşilyuva İlk Okulu’nun geniş pencereli sınıfları kulağıma, duvardaki kara tahtadan değil de, pencerenin dışındaki yaşamdan bir şeyler öğreneceğimi fısıldıyorlar. Ben henüz sekiz yaşını doldurmadan, yüreğindeki ideallerini gerçekleştirmesin diye hapislere konmuş bir mahpus gibi, fiziken sınıfta olmama rağmen, aslında ruhen dışarıdaki nemli toprakların üzerinde, gri bulutların altındayım. Dışarıdaki dünyayı bizlere öğretmek için, bizi niçin bu tozlu kalabalık sınıflara doldurduklarını bir türlü anlıyamıyorum. Kafamın üzerinde sürüler halinde sığırcık kuşları dans ediyorlar. Bedri Rahmi Eyüpoğlu kulağıma eğilmiş:
“Derken, bir sürü kuş peydah oldu. Bunlar, ağaç, demetlerinin çeşitli dallarına serpildiler. Kimisi seyrek dallardan birinin tepesine kondu, kimisi de, sık dalların arsında kayboldu.
İçimden dedim, nerede bizim Akademideki atelyenin çocukları, şimdi burada olsalardı dört beş derste anlatabileceğim bir çok şeyi, dört beş dakikada anlatabilirdim.”
•••
Fındık ocaklarının kapladığı yamacı enlemesine kesen patikadan nefes almadan yürüyoruz. Havada dünyaların yer değiştireceğini sezdiren korkularla dolu bir ayin öncesi sessizliği var. Babamlar beni ilk defa ayı avına götürüyorlar. Ayıyı gördüğümüzde Niyazi Ağbey sesinin var gücü ile bağıracak. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışan ayı, iki ayağı üzerine dikildiği zaman, babam çiftesi ile ayının kafasına nişan alıp tetiği çekecek. Eğer babam ayıyı öldüremez ise, ön ayakları arka ayaklarından daha kısa olan ayı yokuş aşağı koşarken zorlanacağı için, hepimiz yokuş aşağı kaçacağız.
Niyazi Ağbeyin narasından, babamın iki el ateşinden sonra ayıyı yerde değil, peşimizde koşarken görüyorum. Yokuş aşağı bizleri kovalayan ayı dengesini kaybedip yuvarlandıkça fındık ocaklarını tutmaya çalışıyor. Köklerinden sökülen fındıklar, ayı ile birlikte tozu toprağı birbirine karıştırarak yuvarlanıyorlar. Kendimizi bir eve atıp, canımızı zor kurtarıyoruz.
“Bizim taraflarda ayı avı yaygındı. Bazen özel yetiştirilmiş köpeklerle gidilirdi. İri köpeklerdi bunlar. Ayıyı görünce etrafında dönerek ayının dikkatini dağıtırlar, bu fırsattan istifade eden avcı gelip ayıyı vururdu. Ayının etrafında dönen iri köpekler korkudan titrerlerdi. Babamlar bir gün ayı avına çıkmışlar. Bir ayıyı vurmuşlar, sonra bir bakmışlar ileride ayının yavrusu. Çok üzülmüşler. Yavru ayıyı alıp eve getirmişler. Ben o zamanlar kundakta bebeğim, bizi aynı odaya koymuşlar. Yavru ayı beni arkadaşı sanıp oynamak istemiş, oynarken yüzümü tırmalamış. İşte, benim yüzümdeki bu izler o yavru ayının tırnaklarından kalma.”
•••
İstanbul’a yağmaya başlayan kar henüz tutmamıştı. Çerkezköy’e geldiğimizde artık her taraf bembeyazdı. Köyün kahvesinden Ahmet Ağbeyi de aldık. Siyah-beyaz puanter köpeği bizim köpeklerin arasına karıştı. Ahmet Ağbey, topallaya topallaya bizi av merasına götürüyordu. Sarı, siyah, kırmızı, beyaz alacalı av köpekleri toprağı burunları ile tarıyorlar, oralardan bir çulluğun gelip geçmediğini anlamaya çalışıyorlardı. Bir yandan Istrancalar’ın genç meşelerle kaplı ormanında yerlere dökülmüş kuru yaprakların üzerinde yürüyor, bir yandan av beklentilerimiz üzerine konuşuyorduk. Çullukların olabileceği çalı çırpılarla, böğürtlenlerle kaplı çataklara henüz gelmemiştik. Ahmet Ağbey’e “Buralarda domuz var mı?”diye sordum.
“Köydeki bütün kopayları toplamıştık. Yaşlı ve tecrübeli avcılar ormanın bir başından başlayıp kopaylarla domuzları bulup bize doğru süreceklerdi. Bizler heyecanla domuzların geçme ihtimalleri olan yerlerimizi tutmuş bekliyorduk. Domuzları bulan kopayların cıyak cıyağa bağırışları karşı tepelerden yankılanıyordu. Yavaş yavaş kopayların çığlıkları bize doğru yaklaşıyor, çığlıkların önünde bir gürültü, bir patırdı kopuyordu. Birden beklediğim yerin altındaki patikadan dört domuzun koşarak tepeye tırmandıklarını gördüm. Öndeki en iri domuzun koltuk altına nişan alıp tetiği üst üste iki defa çektim. Domuz iri gövdesi ile yere yuvarlandı. Diğer üç domuz bir ara durup yere düşen domuza baktılar, sonra koşa koşa tepeye tırmandılar. Kopayların çığlıklarına diğer arkadaşların tüfeklerinin sesleri karışıyordu. Ben hayatımda ilk defa bir domuz vurmuştum. Heyecanla vurduğum ava doğru koşmaya başladım. Tam domuzun yanına gitmiştim ki domuz kanlı vücudu, kocaman kafası ve dişleri ile ayakları üzerine dikildi. Ben koşmaya başladım. Domuz müteharik bir araç gibi iri-yarı, ama ondan beklemediğim bir hızla peşimden geliyordu. Bir ağaca çıkıp canımı kurtarmalıydım. Bütün meşeler parmak gibi incecik gözüküyorlar, beni taşıyamazlar diye üzerlerine tırmanmaya cesaret edemiyordum. Domuz beni yakalayıp kafası ile havaya fırlattı, iri dişleri bir bıçkı gibi ayağımı kesmişti.”
Ahmet Ağabey pantolonunun paçasını kaldırıp domuzun bacağında bıraktığı diş izlerini gösterdi.
•••
Piazza Vittorio, her gün kurulan halk pazarı, bu pazarın özenle düzenlenmiş tezgahları, satıcıların lafı gediğine oturtmadaki becerileri. Ara sokaklara yayılmış çeşit çeşit esnafın, zanaatkarın dükkanları ile Roma’nın hoş bir İtalya kokusu olan bir semti idi. Daha sonra bu dükkanların yerini her ulustan yabancıların çok fazla da folklor kokmayan toptancı dükkanları aldı. Bir müddet sonra semt Çinlilerin egemenliğine geçti. Dükkanlar karton kutuların içinde ucuz Çin mallarını satar oldular. Bizim dairenin altındaki dükanın sahibi Guidi, Çinli tüccarların pahalı tekliflerine rağmen dükkanını devretmedi, kaliteli kazaklar, gömlekler, iç çamaşırları satmaya devam etti. Parke döşemeleri, ahşap rafları, Guidi’nin yaşlı babasının beyaz saçları, bu dükkana sıcak bir aile havası katıyordu. Dükkanda kimse olmadığı zamanları denk getirerek gider Guidi’ye bir merhaba der, ondan bundan konuşurduk. İçeriye kadın bir müşteri girip iç çamaşırlarını eline almaya başlayınca ben Guidi’ye “Hoşçakal, ben kaçıyorum.” der, dükkandan çıkardım.
Birgün Guidi, bana cam tezgahın üzerindeki çizikleri gösterdi. “Kadınlar bakmak için ellerine bir malı aldıklarında yüzüklerinin elmaslarının yaptığı izler bunlar.” dedi. Ben de içimden,”Biliyorum biliyorum, kadınlar iz bırakırlar.” dedim.
Fatih Mika