Rüzgarı arkasına almış, beyaz köpükler çıkararak dalgaları yaran küçücük pembe teknesini; beyaz şeker çuvallarını birbirine ekleyerek yaptığı yelkeninden tanır; eski bir kaptan olan Puşt Hakkı’yı uzaktan saygı ile izlerdik. Eski mesleği kaptanlıktan dolayı Marmara’nın balıklarının göç ettiği kanalları, akıntıları, gizlendikleri kayalıkları; o balıkları yakalamanın sırlarını herkesten daha iyi bilirdi.
Puşt Hakkı Küçükçekmece Gölü’nü Marmara Denizi’ne bağlayan derede kış-yaz pembe teknesinin içinde yaşar, yaşamını sürdürebilecek parayı bulursa balığa çıkmaz; ama aç kalırsa herkesin çekindiği fırtınalı havalarda bile korkusuzca denize açılırdı. Şimdiki gibi balık çiftliklerinin olmadığı; levreğin adı anılırken önüne bismillah konulduğu o devirlerde; Puşt Hakkı balığa çıktığında; takımını nasıl hazırladığını, zarganayı oltasına nasıl taktığını, hangi sularda, hangi hızla giderken bu beş altı levreği nasıl yakaladığını kimse anlayamaz, ama herkes onu kıskanırdı.
O zamanlar, Marmara’da tek tük tutulan levreğin bir tanesi, Haliç’teki balıkhaneden uyanık bir İstanbul delikanlısı tarafından satın alınırdı. Sultan Hamam’da kumaş; Mısır Çarşısı’nda baharat; Tahtakale’de karaborsacılık; Mercan Yokuşu’nda çantacılık; Cağaloğlu’nda kağıt, kırtasiye, kitap, gazete, mecmua yada matbaa; Kapalı Çarşı’da altın işleri ile uğraşmış esnafın Boğaz kıyılarında oturanları akşamları Boğaz’ın iki yakasına da uğrayıp kendilerini tek tek; ıslak yağ ve tuz kokan halatların kıvrıldığı, martıların çığlıkları ile örtülü iskelelere bırakacak vapura bindiklerinde bu boğaz sakinlerinin önüne bu levrek konurdu. Herbiri bir kura numarası satın alan bu boğaz sakinlerinden en şanslısı o akşam levreği solungaçından geçirilmiş telinden tutup; yanında ipe dizilmiş Yedikule bostanlarından iki kıvırcık marul, bir demet yeşil soğan, bir demet turp yada roka ile birlikte evine götürürdü. Eğer evin hanımı balık kokusuna yüzünü asmayan birisi ise hemen akşam yemeğinin menüsü değişir; beklenmedik bu misafirin hatırına masaya belki de küçük bir şişe Yeni Rakı da konur; evin içi balikla birlikte mis gibi anoson kokardı.
Puşt Hakkı, balığa çıkarken yanına kimseyi almaz, denizi nikahlı karısı gibi kıskanır, denizi ve gizlerini kimse ile paylaşmazdı. Paraya çok sıkıştığı bir gün yanında iki çelebi balıkçıyı sinarit tutmaya götürdüğü söylenirdi. Tekneyi sinaritlerin olduğu nişanın üzerinden geçecek şekilde akışa bırakmış. Tekne tam nişanın üzerinden geçerken zogalara atlayan sinaritleri kayığa almakla uğraşan çelebiler, nişanın kerterizini alamamışlar. Belki de Puşt Hakkı’nın Puştluğu buradan geliyordu.
O zamanlar İstanbul’un tekne yapım merkezi Ayvansaray’dı. Menekşe’de sahillerinde ahım şahım bir kalafat yoktu. Puşt Hakkı ekmeğini çıkarmak için bu ufak defek kayık tamir işlerine de bakar, küpeştelerin yumrularını, deniz kurtlarının yediği omurgaları, kıyıya yanaşırken kayalara yada iskele kazıklarına bindirip zarar görmüş teknelerin deliklerini onarırdı. Birgün Pehlivan’ın teknesinin bir kısmını onarmak için kayıkhaneye gelmiş, kızağa çekilmiş tekneye ayakkabılarını çıkararak bir mabede girer gibi girmiş, biz yeni bitme denizcilere denizde dalgalarla boğuşacak kadar güçlü bir teknenin suyun dışında iken bir galete kadar narin olduğunu öğretmişti.
Bir gün ölüm haberi geldi. Puşt Hakkı’yı pembe kayığında ölü bulmuşlardı.
O kadar kolay olsa, öyle pembe bir tabutum, ismimin önüne o “Puşt” kelimesini koymayı çok isterdim.
●●●
Birgün, egzoscu Salih’in tamirhanesine Samatyalı Hüsnü gelir.
- Agop Mehmet Ali buraya takılırmış kendisini görmek istiyorum.
- Agop Mehmet Ali, ehli keyif adam, buraya takılır, ama istediği zaman takılır.
Samatyalı Hüsnü’nün içi içini yemekte bir an önce Agop Mehmet Ali’yi bulmak istemektedir. İnadına Agop Mehmet Ali ortalıklarda yoktur.
Samatyalı Hüsnü dayanamayıp anlatmaya başlar. Bu sahillerin çapari ile balık tutan en iyi balıkçısı benim. Ama bunu kime söylesem herkes bir ağızdan “senden daha iyisi Agop Mehmet Ali’dir” diyor. Ben bu duruma açıklık getirmek için bir gün onunla birlikte çapariye çıkmak ve bu sahillerin çapari ile en iyi balık tutan balıkçısı kim göstermek istiyorum.
Agop Mehmet Ali keyif adamı. Ya kırlarda bülbüllerin peşine düşmüş. Ya da Kum Kapı sahillerinde lodosculuk yapıyor. Günlerce süren kuvvetli lodosun sahile yığdığı kumların önüne bir kum eleği koymuş bu kumları elekten geçiriyor. Elekten geçirdiği sadece kumlar değil, Marmara Denizi’nin bütün geçmişi. Bir bakmışsın eleğe bir midye kabuğu takılıyor, sonra Marmara’nın renkli çakıl taşları, menevişlenmiş bir Bizans parası, altın bir kolye, yada içine isim yazılı bir yüzük, bir Ceneviz kanyonundan sarı bir çivi. Lodosun ölü dalgalarının eşliğinde bir sürü hayal. Kimsenin evinde okumak için bulamayacağı bu kitabın sayfalarını, Kum Kapı sahillerinde Agop Mehmet Ali keyifle lodosa çevirtitiyor.
İstanbul, balıkların geçit yolunun üzerinde; koca Karadeniz’in balıkları sürüler halinde birbirlerine sürtünerek Boğaz’dan geçiyor. Böyle balık akını olduğu zamanlar it izi ile at izi birbirine karışır. İyi balıkçıların günde kırk kilo balık avladıkları zaman, acemi çelebilerin, çoluk çocukları da adam başına onbeş kilo balık avlarlar. Bu balık akınları sırasında genellikle çapari adı verilen bir balık takımı kullanılır. Çapari takımı, oltanın ucuna istavrit ve çinekop için beyaz kaz yada ördek tüyü; palamut için genç horozların boyun tüyü; kolyos ve uskumru için ise hindi yada yaşını doldurmamış kırçıllı martı tüyü kırmızı ibrişimle bağlanarak hazırlanır. Sahici balıkçılar üzerleri inci bir gerdanlık gibi balıkla dolan 25-30 iğneli çaparileri ustalıkla kullanırlar. Ortalarından havaya kaldırdıkları bu gerdanlığın gümüşi balıklarını tek elleri ile ayıklarlar.
Samatyalı Hüsnü, en sonunda Agop Mehmet Ali’yi bulur. Düello eden iki silahşör gibi oltalarını seçip iki ayrı sandalla denize açılırlar. Kumkapı önlerinde motorları durdurup çaparilerini suya indirirler.
‘’Değişik çapariler hazırlamıştım. Kısa köstekliler, uzun köstekliler, siyah sinek iğnesinden bağlanmış olanları, yirmi iğnelisi, otuz iğnelisi, hindi tüyünden, martı tüyünden, kaz ördek tüyünden. Bir kaç denemeden sonra balığın iki akıntı arasındaki dar bir suya sıkıştığını anlamıştım. Öyle bir takım kullanmalıydım ki bu iki suyun arasına sıkışmış balığı delip geçmeyip, içine enlemesine girsin. Kısacık köstekli sinek iğnesinden yapılmış otuzlu bir çapari takımını seçtim. Balığı bulduğumda takımı sürünün içine yatırıyor, her seferinde tekneye otuz balıklı bir gerdanlık çıkarıyordum. Dalıp gitmişim. Birden Samatyalı Hüsnü’nun teknesini yanıbaşımda buldum. Hüsnü elini bana uzatmış “haklıymışlar bu kıyıların çapari ile en çok balık tutan balıkçısı senmişsin.” diyordu.
Fatih Mika
25 Mart 2008 Roma