Sabah güneşi alan salon penceresinin kenarında duran saksıda, yeşil yaprakların arasından, ellerini göğe kaldıran kırmızı çanak yaprakların içinden, semazenlerin tennûreleri gibi dönerek açan mor çiçekleri, anneanem ile birlikte yaşadığım anılarımın içine yerleştirip bugünlere kadar taşıdım.
Mısır çarşısında çiçekçinin, binbir fidenin dizildiği tezgahından, ahşap meyve kasalarının içindeki kardeşlerinin arasından söküp, bir gazete kağıdına sarıp verdiği fideyi alır, eve gelir gelmez bir saksıya dikerdim. Dünyanın neresinde olursam olayım hep bir küpe çiçeğim, küpe çiçeğimle birlikte anneanemli anılarımda yanımda olur.
Herşey yolunda gidiyordu. Bozdoğan Su Kemerleri’nin yanındaki ahşap evi yıkıp yerine üç katlı yeni bir bina inşa etmişlerdi. Evet, bu binayı yaparken zorlanmışlar, bu zor günlerde evin hanımının bazı mücehverleri de satılmış, ama bina bitmiş içine yerleşmişlerdi. Şehrin göbeğinde oturuyorlardı artık. Duvarlara metal levhalar üzerine basılmış resimler bile konulmuştu. Pencerelerinden baktıklarında çınarların yeşil yapraklarının arasından Gazanfer Ağa Medresesi’nin kubbelerinin arkasından bütün görkemi ile Süleymaniye Camisi’ni görüyorlardı. Sıra, tek oğullarını evlendirmeye gelmiş, yakın çevrenin yardımıyla gelin adayı aranmaya başlanmıştı. Malatya kökenli ailenin, damat adayı oğluna, Kırklareli’de Kosova kökenli sarışın mavi gözlü bir gelin adayı bulunmuştu. Kırklareli’nin Yayla Mahalesi’ne, eşraftan Balıkçı Sülo’nun evine kız istenmeye gidildi.
Balıkçı Sülo, Balkan Savaşı’nı kaybeden Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte, o günkü kendi bireysel hayat savaşını da kaybetmiş. Ailesini alıp Türkiye’ye göç etmeye zorlanmıştı. Mubadele için gerekli evrakları hazırlamaya, Priştina’dan yollara koyulup defalarca yürüyerek Üsküp’e gidip gelmişti. Bir gün Adriyatik’teki bir liman şehrinden bütün aile bir gemiye yüklenmişler, umutlarla yeni bir ülkeye doğru yola çıkmışlardı. Bütün yaşamları boyunca ilk defa deniz gören ve gemiye ilk defa binen bu göçmenleri; gemi, baş dönmeleri, mide bulanmaları, kusmuklar arasında İzmir Limanı’na getirip bırakmıştı.
Isparta’ya vardıklarında sıtmanın kol gezdiği ovada, rumların bıraktıkları evlere yerleştirilmişlerdi. Başka coğrafyaların iklimine, hastalıklarına, yağmurlarına, evlerine alışık olmayan aile, Ispartadan Kırklareli’ye kaçıp yeni bir hayat kurmuştu. Balıkçı Sülo ile arkadaşı Fahri, Trakya’nın köylerini tek tek dolaşarak hayvan derileri toplayıp bunun ticareti ile uğraşıp sermaye yapıyorlardı. Rivayet o ki: Bir kış günü bir köyden dönerken, kurtların saldırısına uğrayınca Balıkçı Sülo “Aykurt” diye bağırarak bir ağaca tırmanıp canını zor kurtarmış ama soyadı olarak “Aykurt”tan kurtulamamıştı.
Lakabı “Balıkçı Sülo” , Kırklareli’de sahip olduğu, İstanbul’dan vagonlarla gelen toriklerin, palamutların, uskumruların satıldığı balıkçı dükkanından geliyordu. Daha sonra kendi deyimi ile mütahitlik yapmıştı. Kiraladığı toprakları ekip biçtirip çalıştırmış, II. Dünya Savaşı sırasında ordunun Trakya’ya yerleşmesi bir çok insanın aksine işine gelmiş , bu savaş yıllarında ordunun ihtiyaçlarını karşılayıp savaş zengini olmuştu. II. Dünya savaşı Balıkçı Sülo için ansızın bitince, tarım ürünlerinden olan bütün malı elinde kalıp çürümüş, kendisi iflas etmişti. Kocaman depolarda lahanalar yanmış, onca lahana arasında kendilerinin yiyeceği bir lahana bile bulamaz olmuşlardı.
Damat adayının annesi bu Balkan kültüründen gelen ailenin evinde ilk neyi gördü bilmiyorum, ama formalite sohbetler bitince, gelin adayının annesine ilk sorduğu soru şu oldu muhakak:
- Küpeleriniz ne kadar güzel, bir bakabilir miyim?
- Elbette
- Daha yeni gelindim. Kayınpederim (büyük bir ihtimalle ayrı gayrı olmasın diye) bana ve kızına birbirinin aynı birer çift altın küpe hediye etti. Ben ne olur ne olmaz ileride karışmasınlar diye benimkilerin arkasını bir iğne ile kazıyarak işaretlemiştim. Daha sonra evi yapaken sıkışıp bu küpeleri sattık, demek siz almışsınız.
Fatih Mika