“Canan ki, gündüzleri gelmez
Akşam görünür havz üzerinde”
Ahmet Haşim
“Canan ki, De Gustasyon’a gelmez
Balık Pazarına hiç gelmez”
Orhan Veli
Saatler bir saat ileriye alınacakmış. Ben de saatimi bir saat ileriye alıyorum. Saat onda TÜYAP'a geldiğimde, fuarda sadece bekçiler var. Bu arada, fuarın önceki yıllardaki gibi saat onda değil de, onbirde açılacağını öğreniyorum.
Olsun. Saati yanlış ayarlamam, bana kimseye söz vermediğim, bir üç saat hediye ediyor. Fuar binalarının arasından uzaklaşınca, ufukta Büyükçekmece Gölü’nü görüyorum. Hemen asfalta çıkıp Büyükçekmece'ye giden ilk otobüse biniyorum. Sabahın sekizinde Büyükçekmece’ye vardığımda; bütün dükkanların kepenklerini kapalı, kasabayı uyur buluyorum. Tek açık yer, simit sarayı. Susamlı sıcak simitlerin lezzeti, demli bir çayın buharı ve masaların üzerinde taze mürekkep kokan gazeteler beni kandıramıyorlar.
Az ileride, aksi yeşil sulara düşmüş, fildişi renginde Mimar Sinan’ın Köprüsü; köprünün ayaklarına sakal bırakmış yosunların içinde saklanan şefaf karidesler; akıntının getirdiği yemleri karşılayan tirsiler; havada tirsileri kertirizleyen martılar; kuyrukları ile girdaplar yapıp oyunu bozan kefaller; suyun kenarında hareketsiz duran gri balıkçınlar; rüzgar serpintilerinin kırıştırdığı yeşil sularda çinli bir balıkçıya değil de, halkasız boğazlari ile kendi hesaplarına balık tutup, kendi hesaplarına uçan karabatak sürüleri; kamışların arasında pusuya yatmış, kocaman ağızlı, solungaçlarında bile keskin dişleri olan turna balıkları var.
Düne ve bügüne ait olan bütün hislerimi birbirine karıştırarak hemen kıblemi buluyorum.
Çiğ düşmüş çimenler; ayakkabılarımı, pantolonumun paçalarını ıslatıyor. Ayakkabılarımın topukları, çimenlerle karışık çamurlarla kaplanıyor. Elimde okul çantası, takım elbisem, gravatımla okulu kırdığım günlerdeki gibi; çimenlere, akisleri suya düşmüş kamışlara, culk diye suya dalan sakar mekelere, Ahmediye’den havlayan köpeklerin seslerine ters düşen bir halim var. Tabiki bu dış görünüş yanıltıcı. Gravatım, takım elbisem; beceriksizce ütüleyip paçalarında tren yolu yaptığım pantolonum ile sıralarında dörder dörder oturduğumuz seksen kişilik sınıfımızda iken de ben oraya ters düşerdim.
Rüzgarların şarkılar söylettiği sazların üzerinde, parlayan bir misina görüyorum. Gözümün önüne oltasını kaza ile kamışlara taktırıp kaybeden balıkçı geliyor. Mutlaka yedek misinası ve oltası vardi ki bu misinayı kurtarmaya çalışmayıp orada bırakmış diyorum.
Ama benim yedek bir misinam yok. O misinayı orada bırakamam. Hemen ayakkabılarımı, sonra pantolonlarımı çıkarıyorum. Yükselen güneşe güvenip altı-yedi metre ilerideki kamışlara takılmış misinaya doğru gitmek için suya giriyorum. Dizlerimi biraz fazla geçen suya girerken, gömleğimi ve kazağımı çıkarma gereği de duymuyorum. Ayaklarımın altında küçük taşlar, kadın saçları gibi bileklerime dolanan yosunlar ve yosunların içinde rahatsız edip kaçırdığım balıklar var. Birden ayaklarım suyun altındaki bir kamış kütüğüne dokunuyor. Jilet gibi kesen kamışlardan ayaklarımı korumak için kütuğün üzerine çok temkinli olarak çıkıyorum. Ama suyun altında sabit bir yere bağlı olmayan kütük birden dönüyor, dengemi bulamıyor, ama kendimi boylu boyunca suyun içinde buluyorum.
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyip, gidip misinayı alıyorum . Misinanın üzerinde hala sarı fırdondüsü ve ucunda turna yakalamakta kullanılan bir kaşık-oltası var.
Kıyıya dönüp, bütün ıslanan elbiselerimi kamışlara asıp kurumaya bırakıyorum. Güneş, bir pastırma-yazı güneşi. Oltam tekrar kamışlara takılmasın diye biraz daha ileriye gidiyor ve kaşık-oltasını culp diye sulara atıp ağır ağır çekiyorum.
Önümde rüzgarın titrettigi camgöbeği sular. Suların içinde kerevitler, kızıl- kanatlar, sazanlar, tirsiler, turnalar; suların üzerinde beyaz martılar, siyah-beyaz patkalar, gri dantelli elmabaşlar, sıcak güney ülkelerine giden göçmen kuşlar, onların suya yansıyan renkleri var. Benim elimde onbeş metrelik bir misina, misinanın ucunda büyük turna balıkları yakalama hayalleri ile bağlanmış bir kaşık-oltası.
Güneş alçalıyor, ben üşümeye başlıyorum. Pastırma yazının kurutamadığı elbiselerim kamışların üzerinde hala ıslak.
“Fink Fink ki sanat fuarına gelmez/ Büyükçekmece Gölü’ne hiç gelmez” diye düşünürken. Aaaa!