Arte 3, Roma’da sanatçılara malzeme satan dükkanların
içinde en donanımlısı. Çeşit çeşit boyalar, mürekkepler, fırçalar, daha boya
bile olmamış pigmentler, kurşun kalemler, pasteller, resim sehpaları, torbalar
içinde killer, metal gravür kalıplarını kesen giyotin, kartonlar, renk renk
kağıtlar, boy boy tuvaller ve hepsinden önemlisi, yazmakla bitmeyecek bu mazemelerin
karışımından oluşan, hep umutlar, hep yeni şeyler yaratma isteği vaadeden bir hava,
bir kokular karışımı.
Bu dükkanda çalışanlar, onlarca yıldır sanatçıların
dertlerini dinleye dinleye, isteklerini yerine getire getire, tek tek bu malzemelerin
kullanım şekillerini ve özelliklerini size hemen anlatabilirler. Ama bütün bu
bilgi, bütün bu malzemeleri tanımak, Arte Tre’de çalışanları sanatçı yapamıyor.
“Sanatçı olunmaz, doğulur” diyenler de var. Bence bu
tanım da doğru değil. Galiba hepimiz sanatçı doğuyoruz, ama hepimiz sanaçı
kalmayı beceremiyoruz.
Zaman zaman atölyede kurslar düzenliyorum. Hafta içleri
işten sonra, hafta sonları sabahtan akşama kadar bu kurslara katılanlar, bence herkes
gibi sanatçı doğmuş olup, hala sanatçı kalmaya çalışanlar. Burada iyi sanatçı ve
sanat eseri tanımını zaten yapmak istemiyorum. Sadece sanat yapan kişilerden
bahsediyorum.
Benedetto Croce, “Onsekiz yaşına kadar herkes şiir yazar. Onsekiz yaşından
sonra bunların sadece yüzde yirmisi şiir yazmayı sürdürür. Bu yüzde yirminin
yarısı gerçekten şairdir, diğer yarısı da delidir.” der. Ben, bu yüzde onluk
delilersiz, diğer yüzde onluk gerçek şairlerin olamayacağına inanırım. Tıpkı
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun, “Bazen altı ay oturur bir tabloyu bitiremem, bazende
bir günde bir tabloyu bitiririm. O, bir günde bitirdiğim tablolar, kendilerini;
o, altı ayda bitiremediğim tablolara borçludurlar” dediği gibi.
Atölyede
kursiyerler için bir yıl sonu sergisi düzenlemiştik. Haziran ayının sonlarında
güzel bir yaz akşamüstü. Kursiyerler yakınlarını ve arkadaşlarını da davet
etmişler, bütün yıl boyu bir çok fedakarlıkla ürettikleri işleri ile
yüzleşiyorlar. Elisabetta “Fatih, gel sana arkadaşım Francesco’yu tanıştırayım”
diyor. Kısa boylu, solidarnost lideri Walesa gibi sarkık bıyıklı, sarışın at
kuyruklu saçlı, kolsuz tişortunun dışarısında kalan bütün vücudunun ve pazulu
kollarının her tarafı dövmelerle dolu, otuzlu yaşlarda biri Francesco. Biraz
hal hatır sorup ondan bundan konuştuktan sonra gravür kursuna devam etmek
istediğini ama vardiyalı çalıştığı için zamanla ilgili sorunu olduğunu
söylüyor.
– Kurslar
zaten pazartesi akşamları ve cumartesi sabahları, vardiyana göre kendini ayarlarsın.
– Tamam, eylül ayının ortasında arayacağım.
Uzun yaz ayları göz açıp kapayıncaya kadar hızlı bir
şekilde geçip gidiyor. Birgün Francesco bana telefon edip, kursların başlayıp
başlamadığını soruyor. Kurs gününün saatini ve yanında şimdiye kadar yaptığı
işlerinden örnekler getirmesini söylüyorum.
Pazartesi
akşamı kursa tam zamanında geliyor, koltuğunun altında rulo halinde takvim
yaprakları var. Meğer desenlerini, kapıcılık yaptığı yerde, can sıkıntısından
bu takvim kağıtlarının arkasına doğaçlama olarak, tarama ucu ile çalışıyormuş.
Bu tip sanatçıları hiç sevmem. Herkesten önce sanatçının kendisinin, kendi
işine saygı duyması gerekir. Bütün bu takvim yapraklarının karşılığı olan temiz
kağıtların tutarı buralarda üç-beş Euro’yu geçmez. Ve bu üç-beş Euro’yu bulmak
hele hele batılı bir ülkede zor olmasa gerek. Bir türlü doğru dürüst yayılmayan
bu rulo halindeki takvim yapraklarını doğrultunca ne göreyim: Müthiş bir fantazi
dünyası, dengeli kompozisyonlar, çok temiz bir çizgi kültürü.
- İyi, bugün
sana asit-oyma tekniğini öğreteceğim, senin tarzına çok yakın bir anlatım diline
sahip.
Çinko
kalıbın temizlenip hazırlanmasını, kalıbın arka kısmının asitlere karşı nasıl korunması
gerektiğini gösteriyor, sonunda kalıbın ön yüzüne lak sürüp kurumasını
bekliyoruz. Lak kuruduktan sonra Francesco’ya çelik bir kalem verip:
- Aynen
tarama ucu ile kağıt üzerine çalıştığın gibi bu kalıbın üzerine desenini
yap; kalıbı oymamaya dikkat et, amacımız
kalıbın üzerindeki lakı almak, oyma işini asitlere bırakacağız.
Bütün bu olup bitenleri diğer kursiyer Gian Carlo bir
gözü kendi kalıbında diğer gözü bizde dikkatle izliyor.
Francesco
çok yetenekli, sanki kırk yıldır gravür yapıyormuş gibi ön hazırlıksız doğrudan
çinko kalıba çalışıyor. Deseni tamamlayınca kalıbı asit kabına koyup nitrik
asidin çizgileri oymasını bekliyoruz. Adı üzerinde asit-oyma tekniğinde en
önemli kahraman asit. Çinko kalıbı oyan nitrik asit bu işi yaparken, deseni
oluşturan çizgilerin üzerinde hava kabarcıkları oluşturuyor. Metal yüzey ile
asit arasında giren bu hava kabarcıklarını bir güvercinin teleği ile
temizliyor, asitin metali oymaya devam etmesini sağlıyoruz. Çinkonun üzerinde istediğimiz
derinlikteki oyukları elde edince, kalıbı su ile yıkıyor; petrol ile
temizliyor; mürekkepleyip gravür presi ile kağıda basıyoruz. Francesco’nun
gravürü harika. İçimden “Adam olacak çocuk takvim yapraklarından belli olur”
diyorum. Francesco, bir Albrecht Dürer olma adayı. Bu arada kurs süresi de dolmuş
oluyor.
- Haftaya
görüşelim.
- Üzerimde
fazla para yok, hiç olmaz ise bugünkü kursun ücretini ödeyeyim.
- Önemli
değil, gelecek hafta bir aylık ücretin tamamını verirsin.
Francesco
ne önümüzdeki hafta, ne de sonrakilerde atölyeye dönmüyor. Biz diğer
kursiyerler ile zaman zaman, şimdi bu yazıda olduğu gibi Francesco’yu saygı ile
anıyoruz.
•••
Luciano’yu
Roma’ya ilk geldiğim zaman tanıyorum, aynı evde kalıyoruz. Luciano, ressam ev
sahibimin, kendinden genç ressam sevgilisi. Luciano dünyadaki ilk insan gibi
herşeyi kendisi keşfetmek, her şeyi kendisi icat etmek istiyor. Monteigne’in “
Eğer lahana yetiştirmek istiyorsanız, sizden öncekilerin nasıl lahana
yetiştirdiğini bilmek zorundasınız.” fikri Luciano’nun kitabında henüz olmadığı
gibi herhalde hiçbir zamanda olamayacak. Ama bütün bunların, yaşı ilerlemiş ev
sahibim Rosa için hiçbir önemi yok. Tam tersi Rosa, ünlü bir kalp doktorunun
ikiz kızından biri olarak Venedik’te her tarafından kültür ile kuşatılmış bir
ortamda büyümüş. Luciano onun için bir çigan müziği, bir afrika dansı. Belki de
bazen O’nu yorulduğu bu gerçek dünyanın
dışına çıkaran masalımsı bir payton arabası.
Luciano’nun
ahım şahım resimleri yok. Ama leonardo da Vici’nin desenlerini çağırıştıran o
kalitede, füzenle yaptığı desenleri var.
Bir resmin bittiğine Rembrant’ın dediği gibi elbette, sanatçının kendisi karar
verir. Ama Luciano’nun bütün yağlı boya tablolarında bir bitmemişlik hali var. Bu
bitmemişlik, izleyiciye resmi tamamlama olanağı veren bir bitmemişlik değil. Uzun
süre aynı evde yan yana yaşayınca farkediyorum ki desenlerindeki tazelik,
nesnelerin doğru orantıları, tek bir rengin tonlarının akıllıca dağılımı bir
tabloya başlarken tuval üzerine yaptığı taslaklarda da var. Ama kendi kendini
yetiştirmiş olan Luciano, bu ön hazırlığı daha ileriye götüremediği gibi bu ön
hazırlığın üzerinde oynadıkça da bozuyor. Daha sonra tanıdığım naif bir ressam
olan annesi, çocukluğundan başlayarak Luciano’nun görsel zekasını, el
beceresini geliştirmesinde bilerek ya da bilmeyerek önemli bir rol oynamış. Bundan sonra gerekli
olan kültürel birikimi ise tek başına elde edemeyen Luciano, yağlı boya
tablolarını da tamamlayamıyor.
Oysa Luciano
bir cümleyi aynı anda sağ eli soldan sağa, sol eli ile de sağdan sola
yazabiliyor. Aynı anda iki ayrı eli ile iki ayrı kişinin portresine
çalışabiliyor. Bütün bu becerilerine karşın ne naif ne de akademik bir ressam
olarak bir şeyler becerememesi onu her geçen gün, gerçek dünyanın dışına
itiyor. Gerçek olmayan, masalımsı, zaman zaman bu ilkel dünyadan Rosa rahatsız olmuyor. Birgün Luciano
Piazza Vittoria Pazarı’ndan aldığı çürümüş üzümlerden şarap yapmaya karar
veriyor. Evdeki bütün kap kaçağa doldurulmuş çürümüş üzümlerin ağır sirke
kokuları tüm evi kaplayıp, evin içi küçük sinekçiklerin bulutları ile doluncaya
kadar bu şarap yapma işi, haftalarca Luciano’nun işi oluyor. Yenilgiyi bir gün
eve döndüğümüzde mutfağa tekrar biraz çeki düzen verilip, çürük üzümlerin
ortadan kaldırıldığını görünce
anlıyoruz.
Benim
evde olmadığım birgün asit-oyma yapmaya kalkıyor. Bir usta-çırak ilişkisi
içinde öğrenilebilen bir sanat olan gravürü de tek başına keşfetmeye çalışıyor.
Asitin etkileyemediği plastik kaplara konulması gereken asiti, metal bir
tepsinin içine koyuyor. Metalle reaksiyona giren yüzde yüz saf asit, kaynayıp
dumanlar çıkarmaya başlayınca üzerine su katıyor ve asit patlamaya başlıyor
(önce su sonra suyun üzerine saf asitin dökülmesi gerekiyor).
Yine
birgün Rosa ile birlikte Dario Fo’nun (daha sonra Nobel ödülü kazandı) bir
oyununu izlemeye gidiyorlar. Oyun sonrası gidip Dario Fo ile tanışıyorlar.
Dario Fo bu ilk tanışmadan olumlu izlenim edinmiş olmalıki Valeria ve
Luciano’ya daha rahat görüşmek üzere başka bir güne randevu veriyor. Valeria ve
Luciano randevularını unutuyorlar. Randevu akıllarına geldiğinde, Dario Fo’ya
telefon ediyorlar. Telefona Dario Fo’nun sekreteri çıkıyor.
- Buyrun
- Ben
Lucciano Luti, Dario Fo ile randevumuz vardı da.
- Bir
dakika kontrol ediyorum. Evet, randevunuz varmış, ama üç saat evvel.
Başka bir
gün de Luciano, evin, kendi siyah, beyaz ve kırmızı renklerini kaybetmiş altıgen
biçimlerden oluşan taş döşemesini boyamaya karar veriyor. Gerekli mazemeleri
alıp taşları tek tek boyamaya başlıyor. Uykuları uzun, çalışma süreleri kısa
olan Luciano’nun daha önce bizim odamız olan bu odanın döşemesini boyaması
aylar alıyor. En nihayet bu boyama işi bir gün bitiyor ve Rosa ile Luciano bu
önemli işi kutlamak için döşemesi yeni boyanmış bu odada bir dans partisi
düzenliyorlar. Dans Partisi bitiğinde Luciano’nun
spray boyalarla yaptığı tamirin hiç bir işe yaramadığı ve döşemenin eskisinden
de beter hale geldiği orataya çıkıyor.
Düzenli
bir çalışma, üretme ve sergi yapma disiplini olmayan Luciano, evde bir parti
düzenlendiğinde ya da eve genç bir kiracı kız geldiğinde ressam olduğunu
hatırlıyor ve bu etkilenmelerle ev birden bir ressamın atölyesine dönüşüyor.
Hele kuzey avrupa ülkelerinden gelen bu sarışın genç kiracı kızlarla
anlaşabilmek, ortak bir dil bulabilmek için Luciano oturup onlarca 70x100
cm.lik kağıtlara nesnelerin, şeylerin hatta tanrının bile resmini yapıp yanına
italyanca karşılıklarını yazıp duvarlara asıyor, onlarla italyan bir ressam
olarak konuşabilme kendini kabul ettirebilmenin yollarını arıyor.
Bu arada
Cosetta’nın aldığı evi tamir etmeye, boyamaya başlıyorum. Evin tamiri için
gerekli malzemeyi aldığımız nalbur, bizim evimizden bir kaç kilometre uzakta.
Birgün iki torba hazır harç almam gerekiyor ve ben otombil kullanmadığım gibi,
bir bisikletim dahi yok. Ama Luciano’nun sokakta bulduğu bir bisikleti var.
Hemen arıyorum. Luciano bisikleti ile geliyor
ve biz iki torba harcı bisiklete yükleyip San Lorenzo’dan Piazza Vittorio’ya
yola çıkıyoruz. Genellikle trafikte çok saygısız olan italyan sürücüler, bizim
bu halimizi görüce bütün kavşaklarda frenler yapıp bisikletimize saygı ile yol
veriyorlar.
Luciano
bir gün kansere yakalandığını öğreniyor. Bütün dostları işlerimizi hediye edip
Luciano’ya maddi manevi destek olmak için sergiler düzenliyoruz. Luciano
kansere karşı açtığı savaşı yeniyor. Bunda, tüm yaşamı boyunca, yaşamdan sadece
yaşamı beklemiş olmasının payı büyük olsa gerek. Daha sonra kendi adası
Sardunya’ya dönüyor, bir yolculuk sırasında kapısını iyi kapatmadığı otombilden
düşüp tek gözünü kaybediyor.
Luciano
bana, hep, bir sanat eserinin kahramanı- konusu ile bir sanat eserini yaratan
sanatçı arasındaki farkı göstermiştir. Sanatçı, şu ya da bu şekilde sanat
üretmekle olunan bir şey. Sanat eserine konu, ya da o malzemeye sahip olmak ise
ayrı bir şey.
Çok iyi
bir göz ve çok iyi bir bilek; bir
şekilde bir kültür mirası (illa akademik olmak zorunda da değil) ya da birikimi ile örtüşmüyorsa ortaya sanat
eseri çıkaramıyor.
Luciano,
bu desen yeteneğini kullansın diye onu kuru kazı tekniği ile gravürler yapmaya
zorluyorum. Hatta yaptığı tek tük gravür kalıplarını basıyorum. Nedense o
gravürlerden bana bir örnek bile kalmıyor, hepsi tek tek eve gelen kiracı
kızlara hediye ediliyor. Bana kalanlar yeri gelince anlatacağım bitmez tükenmez
anılarımız.
“...Daniela, arkelog olmayı hayal eden berlinli güzel bir
kız. Onun çıplak vücudu, canlı kuvvetli mor kırmızı ve sarı renklerden oluşan
30 x 40 cm.lik bir tuvali dolduruyorlar.O, onu yedi yıl sonar bırakan bu kıza,
sevgi ve nefretle bakıyor. Bu tamamlanmamış resim belkide hiç tamamlanmayacak. Hemen
hemen bütün resimlerinin kaderi bu……
……Luciano karmakarışık, sıradışı bir kişi. Bu lanetli
sanatçı yıllardır bohemden de beter bir şekilde yaşıyor: yoksulluk, sigara,
alcol, idrar yollarında bir kanser; ağır bir trafik kazasının bıraktığı control
edemediği bir göz ve ezik bir kafatası.
L’Unione Sarda, 2005”
Fatih Mika