”
Ho voluto più bene a voi che a Dio, ma ho la speranza che lui non stia attento a queste sottigliezze e abbia scritto tutto al suo conto.” Don Milani
“Sizleri (öğrencilerini) tanrıdan daha fazla sevdim, fakat umuyorum ki tanrı bu detayların üzerinde durmaz ve hesap defterine herşeyi yazar.” Papaz Milani
Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde gravür dersleri vermeye basladığımda en büyük sorunum, benden önce hocasız kalıp dağılan öğrencilerimi toplamak oluyor. Bu öğrencilerin en iyileri zaten başka gravür atölyelerine geçmişler. Bana kalanlar ise, çeşitli nedenlerden dolayı hocalarının eksikliğini hissetmemiş, ya da bu hocasızlık onların işlerine gelmiş. Bu öğrencilerimin içinde beş tane anne var. Bir tanesinin üç, bir tanesinin iki, diğer üçünün de birer çocukları var.
Öğrencilerimi biraz biraz toparlamaya başladıktan sonra ki bütün çabam, onlara gravürü iyi bildiğime ve kendilerinin de iyi gravür yapacak güce sahip olduklarına inandırmak oluyor. İstiyorum ki mürekkeplere bulansınlar; metallari kazısınlar; gravür presini çevirsinler; yün keçenin altında saklı olan çinko gravür plakanın, nemli beyaz kağıdın üzerinde oynadığı oyunun içine girsinler; asitlerle, reçine tozları ile, yağlı mürekkeplerle, merdaneler ve preslerle oynanan bu pis oyunun şaşırtıcı, baştan çıkartıcı sonuçlarını görsünler; ortak bir atölyenin temiz ve sorumlu bir şekilde nasıl kullanılacağını öğrensinler.
Hergün sabahın sekizinde akademide oluyorum. Hademeler benden sonra gelip atölyeyi temizlemek istediklerinde sandelyenin üzerine çıkıp oturuyor. Yerlerin kurumasını bekliyor, kitap okuyor, TOFU’ya yazacağım yazımı, ya da kendi projelerimi düşünüyorum. Öğrenciler genellikle saat 10.00’a doğru gelmeye başlıyorlar.
Atölye yavaş yavaş canlanmaya, öğrencilerim gravürü sevmeye başlıyorlar. Birgün üç çocuklu Barbara’nın bebek arabasıyla en küçük çocuğunu atöyelye getirdiğini görüyorum. “Hocam Andrea’yı uyutayım, geliyorum.” diyor. Andrea bebek arabasının içinde mışıl mışıl uyuyor. Biz Barabara ile yeni bir gravüre başlıyoruz. Bir müddet sonra bir öğrenci gelip Barbara’ya “çocuğunuz uyandı, ama ağlamıyor” diyor. Barbara hemen Andrea’nın yanına gidiyor.
Mara, akademideki ilk günlerimde diğer öğrenciler gibi gelip “Ben sizin öğrencinizim.” diye kendini tanıtıyor. Elişi kağıdından kesilmiş gibi kırmızı saçları, fıstık yeşili mantosu, enlemesine renkli şeritli çorapları var. Bana gösterdiği işleri de düzenli, baştan savma değiller. İlk dersimizde çinko kalıbın üzerinde sabırla, hatta gereğinden fazla çalışıyor. “Mara, keke fazla şeker koyarsan, kek daha tatlı olmaz” diyorum.
Mara, 113 km. uzaklıkta ki başka bir şehrin bir kasabasından önce otobüse, sonra trene, daha sonra da tekrar başka bir otobüse binerek akademiye geliyor.
-Olsun, eve döndüğünde hiç olmazsa yemeği pisirilmiş, çamaşırları yıkanmış ve ütülenmiş buluyorsundur.
-Yok, annem de çalışıyor, Roma’ya bir evin ev işlerini yapmaya geliyor.
-Başka kardeşin var mı?
-Bir ağbeyim var, ama evlendi kendi evlerinde yaşıyor.
-Şimdi evde el üzerinde tutuluyorsundur.
-Öyleydi, ama ağbeyimin kızı doğunca artık öyle değil.
Sarayevo Güzel Sanatlar Akademisi’nde ki ihtisas yıllarımda koca atölyeyi beş öğrenci paylaşamaz; kapıcı Zvonko’ya gravürlerimin deneme baskılarını hediye eder, bütün öğrenciler akademiden çıkınca ben akademiye girer çalışırdım. Eğer aylardan Ramazan ise dişçilik fakultesinde okuyan Istanbullu arkadaşım Kambo gece yarısından sonra elinde ramazan pidesi ile atölyenin önüne gelip cama küçük bir taş atardı. Ben ya da Zvonko gidip kapıyı açar; gravür basmaya ara verir; yumuşak, sıcak pideleri yer çayımızı içerdik.
Hozo bir sabah akademiye geldiğinde öğrencisi Anka’yı atölyedeki bir masanın üzerinde uyurken bulmu. Atölyedeki diğer masalarin üzeri ise Anka’nın bütün gece uyumayıp bastığı gravürlerle doluymuş. Hocam Hozo da Ljubljana’da ki öğrencilik yıllarında, akademiye -üstelik gizlice- girer ve çalışırmış.
Geçen perşembe, yine sabahın sekizinde akademideydim. Yüzelli yıllık yaşamları ile gizemli hayvanlara benzeyen akademinin en eski preslerinin olduğu, mürekkep ve petrol kokulari içinde ki bu atölye bana hep eski ustaların dünyasını ve onların işlerini hatırlatır. Tam tarihin içine dalıp gidiyorken atölyenin kapısı açıldı. Kafamı çevirip yerleri temizlemeye gelen hademeyi karşımda bulacağımı sanırken, karşımda birden Mara’yı gördüm.
-Sabah kaçta kalktın?
-05.30’da
Hemen calışmaya başladık.
Fatih Mika 10 Şubat 2008 Roma
Don Lorenzo Milani:
Lorenzo Carlo Domenico Milani Comparetti, 27 Mayıs 1923’te Floransa’da doğdu. 1943’te papaz okuluna girip 1947’de papaz oluyor.
Halkla olan ilişkilerinden (o tarihlerde İtalya’da 5 milyon okuma yazma bilmeyen var ve toplam nüfusun yuzde onüçünü olusturuyorlar.) klisenin halkın egitimi ile ilgilenmesi gerektiğine inanıyor.
“Okulla hristiyanlar yapamam ama insanlar yapabilirim.” Diyen Don Milani okulun herkese (ateist ya da inançlı) ait olmasini istediği için okulun duvarından çarmığa gerilmiş Isa Peygamber’i çıkartıyor.
1958’de “Din Adamı Tecrübesi” adlı kitabını yayınlıyor. Bu kitaptan bir alıntı:“Çalışma cesareti olana toprağı vermek gerekir, oturma cesareti olana ev vermek gerekir, hergün ahırı temizleme cesareti olana hayvan vermek gerekir. Ormanlar dağda yaşama cesaretini gösterenlerin olmalıdırlar. Topraktan çıkıp salonlara giden zenginlikleri geri alıp tekrar köylülere vermeli ve bizi affetmelerini ummalıyız. Fakat bunun için artık çok geç.”
Bu kışkırtıcı ve acı sözler kliseyi rahatsız ediyor. Ve klise kitabı uygun bulmayıp piyasadan çekilmesine karar veriyor.
Klise Don Milani’yi sadece 124 kişinin dağınık şekilde yaşadığı dağ başındaki susuz, elektiriksiz, yolsuz Barbiana’nın Klisesine sürgüne gönderiyor. Barbiana’ya gelen Don Milani geldiğinin ertesi günü gidip Barbiana mezarlığından kendisine bir mezar satın alıyor.
Barbina’da sıfırdan başlayarak kendi okulunu kuran Don Milani köylülerin çocuklarını okula göndermeleri için elinden geleni, hatta açlık grevi bile yapıyor.
Bu öncü okulda ingilizce, almanca, fransızca hatta arapça bile öğretiyor. Yurt dışına eğitim ve iş amaçlı geziler düzenliyor. Öğrencilerin içlerine kapanıklıklarını kırmak için onlara bizzat tiyatro dersleri veriyor. Suyu tanımayan bu dağ köyü çocuklarının sudan korkmalarını engellemek için okulun bahçesine bir de küçük bir havuz inşa ediyor. Don Milani’nin okulunda dersler günde 12 saat yilda 365 gün devam ediyor.
26 haziran 1967’de sadece 44 yaşında iken yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp ölüyor. Barbiana’ya sürüldüğünün ikinci günü satın aldığı mezara gömülüyor.
Yaşamında ne sağ kesime ne de sol kesime yaranamayan Don Milani’ye ölümünden sonra 68 kusağı sahip çıkıyor. Her halde biz Türk gençleri de bu rüzgarın etkisi ile 70’li yıllarda Türkçeye çevrilen “Barbiana Öğrencilerinden Mektupları”ni okuyabiliyoruz.
F.M.