Şavaş ile bir gün babasının güvercinlerini görmeye gittik. Şavaş’ın babası idi ama herkes ona ilerlemiş yaşından dolayı İrfan Baba diyordu. Haseki’nin arka taraflarında ince, yüksek bir apartman. Belki de apatman boşlukları hep dar tutulduğu için bütün eski İstanbul apartmanlarının merdivenlerine sinmiş aynı koku ile tırmana tırmana terasa varıyoruz. Yedikule sahillerinden Kumkapı’ya, oradan Adalara kadar Marmara sahilleri ayaklar altında. Boğazı geçip Karadeniz’e açılmak için bekleyen gemiler demir atmış, sıralarını bekliyorlar. İrfan Baba’nın çok güzel mardin cinsi sarı güvercinleri var, uçuruyoruz. Kuşlar kanatlarını şakırdatarak yükseliyorlar, ben yükselmiyorum dersem yalan. Ben de kuşların çıktığı yerlerden İstanbul’u seyrediyorum.
Bir tarafta İstanbul’u çeviren surlar, surların kapıları. Edirnekapı, Topkapı, Silivrikapı, Mevlanakapı. Mevlanakapı’da floryacıların kahvesi.
Florya, floradan gelme bir isim. Sonbaharlarımızda kafamızın üzerinden geçen yeşil kümeler. Bunların ağlarla yakalanması. Floryalar soylu kuşlar. Saka kuşlarının aksine, ağın yakınına koyduğunuz çığırtkanın bir süre sonra yaptığı işin farkına varıp yeşil kümelere “cav”layıp kaçın kaçın diye bağırıp onların kaçmasını sağlarlar. Oysa saka kuşlarının kavga ederlerken çıkardıkları “tütü” sesini kötü bir şekilde bile taklit etseniz, sakalar dönüp yanınıza gelirler. Sanki kavga edilen yerde paylaşılamayacak kadar iyi bir şey varmış gibi.
Tutulan kuşun boyuna, posuna, rengine bakılması, makaralarının dinlenmesi. Sonra üstü örtülü küçük bir kafeste bitmeyen bir İstanbul macerasi. “Gece Yarısı Ekspresi”.
Kuşa şehrin seslerinin alıştırılması. Tren, otobüs, vapur, tramvay yolculukları. En sonunda Eyüp Sultan. Eyüp Sultan’ı da bu işe karıştırıp floryacının içini rahatlatması.
Şehrin seslerine alışan kuşun ötmeye başlaması. Yumuşak kurbağa, kaba kurbağa seslerini keyifle dinleyen floryacının, kulak tırmalayan canilya ötümlerinde yavaşça kafese dokunarak ötüşü kesip “bu olmadı” işte demesi.
Kafesin içinde sarı göğüslü, sarı sürmeli yemyeşil renkleri ile tutsak bir florya. Kafesin dışında evde odunsuz, komürsüz, ekmeksiz unutulmuş kadın ve çocukları bırakıp bu kuşa tutsak olmuş kocaman adamlar.
Yedikule: Zindanlar, Rodos şövalyeleri. Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Cankurtaran Feneri. Aksaray’da, mermerden bir dantel gibi, Valide Camii. Laleli Yokuşu, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, koridorlarında kavgalar. Taksimde mitingler. Çarşı Kapı, önünde topaç satan çocuklar. Ayasofya, Sultan Ahmet, müzeler.
Şebeke ile bedava girilen müzeler. Kış günleri Arkoloji Müzesi’nin bahçesi. Gülhane Parkında ki “Ceviz Ağacı”nın bir yaprağı olmak, aslanın kükremesi, at kestanelerinin dökülmüş kuru yaprakları. Buz gibi soğuk antik Yunan mermerleri. Halbuki senin ellerin, sımsıcacık.
Eminönün’de Yeni Cami, Çiçek Pazarı. Çiçek pazarında kasa kasa hercai menekşeler, kulaklarını dikmişler sana ne söylediğimi bilmek istiyorlar. Halbuki ben, “Ay doğuyor, hercai menekşelerin yüzüne bak.” diyorum. Korsan gibi tek gözü siyah bantlı bir niyetçinin üç ayak üzerine yerleştirilmiş niyet sandığı. Alttaki bölmelerde iki güvercin, üstte beyaz bir tavşan. Önlerinde, içlerine insanın sadece yirmi beklentisi yazılıp katlanmış kağıtlar. Kuşların içine konduğu küçücük bölmeler gibi küçücük bir dünya.
Galata Köprüsü: İstanbul’un özeti. Sırf Galata Köprüsünün üstünde durmak İstanbul’u solumak demek.
Bozdoğan Su Kemerleri, çaylak yuvaları, sansarlar, bitişiğinde doğduğum ahşap ev.
Unkapanı Köprüsü, sağ tarafta balıkkahane . Balıkhaneye balık getiren gırgırların üzerinde martı sürüleri, Haliç’te gırgırları martılar itiyorlar. Azapkapı Yokuşu, kömür, yük taşıyan köpüklenmiş, terli atların çektikleri azaplardan kalma bir isim.
Adalar: Kınalı Ada, Kaşık Adası, Heybeli Ada, Büyük Ada, Burgaz Adası. Burgaz Adası’nda, Kalpazankaya’da Sait Faik, bir başına, bütün bir şehirle beraber. “Herşey bir insanı sevmekle başlamalı” elbette. Ama bu şehirde?
Sarayburnu: Gümüşlerin, çinekopların, istavritlerin, palamutların, luferlerin, kofanaların, toriklerin,zarganaların, izmaritlerin, mezgitlerin, kolyozların, uskumruların, kıraçaların akıntılar içinde birbirlerini kolladıkları bir hayat-mezat.
Buzhane balıkları, Haliç’in dalgaları onları satan tekneleri oradan oraya salladığı için, taze balıklar kadar canlılar. Evlerine vapurla dönme lüksüne sahip İstanbullular Mısır Çarşısı’ndan İstanbul’un ilahi tadlarını, renklerini ve kokularını mavi suların üzerindeki beyaz köpükleri arkalarında bırakarak evlerine götürüyorlar
Güvercinler yavaş yavaş, taklalar atarak alçalıyorlar, şakırdayan kanat sesleriyle İstanbul’u alkışlar gibiler.
İrfan Baba da yanımıza geliyor. “Manzara ve kuşlarınız harika.” diyorum.
İrfan Baba: “ Genceciktim. Sirkeci’den bir taksi tuttum Aksaray’a gelmek için. Şöför halime bakıp paramın olduğuna inanmadı. Ben de “param olmasa ne diye senin taksine bineyim” diyorum.
Aslında acelesi olmasa taksi tutacak adam değil İrfan Baba. Her sabah Aksaray’dan, Kazlı Çesme’de çalıştığı fabrikaya yürüyerek gidip aynı yolu tekrar yürüyerek dönüyor. Sonra şöförle Sirkeci’den Aksaray’a kadar ikibuçuk liraya anlaşıyorlar. Yollar kar, buz içinde. Şöför zinciri olmadığı için taksinin tekerleklerine çuval sarmış, poyrazın kavaklara ıslıklar çaldırdığı Laleli Yokuşu’nu iniyor.
“Aksaray’a geldik. Şöföre “Al dedim sana helalinden bir on lira veriyorum.” Şöför hemen taksiyi karakolun önüne çekti.”
Kapının önünde duran komiser soruyor “Hoyrola?”
Şöför, İrfan Baba’yı göstererek “Bu herhalde hırsızlık yapmış.”
Semtten İrfan Baba’yı tanıyan komiser bu defa İrfan Baba’ya soruyor “Hayrola?” diye.
İrfan Baba: “Bir teyyare bileti (Bugunku Milli Piyango) almıştım. Hergün yanımda taşıyordum. O cepten bu cebe, bilet biraz yıprandı. Bu yıpranan bilete en büyük ikramiye olan beşbin lira çıktı. Fakat biletin sahte olup olmadığından şüphe eden yetkililerle günlerce uğraştım. Sonunda bileti kabul edip parayı bana verdiler. Evdekilerin heyacandan patlamak üzere olduklarını bildiğimden, parayı alır almaz ben de taksi tuttum. Aksaray’a geldiğimizde şöföre sevincimden 7.5 lirayı bahşiş bırakmak istedim. Fakat şöför kabul etmedi.” der.
Komiser “Ver o parayı, akşama ben bir rakı içerim.” deyip 7.5 lirayı alır.
“Büyük paraydı, o zaman Davut Paşa’da yediyüz metre karelik, bahçesinde meyva ağaçları olan ahşap bir köşkü almak istemişler. Ama annem ahşap evden hep korktu. Çarşamba’da yangın çıktığında, çantasını alıp evden kaçıncaya kadar yangının Aksaray’a geldiğini görmüş. Patlayan kalaslardan uçuşan ateşleri Laleli’de ahşap evlerin damına çıkıp söndürmeye çalışırlarmış. Ben o acıyı bir daha yaşamak istemem deyip bu betonarme apartmanı aldık.”
***
“Erkek bülbüller nisanın onbirinde gelirler, yuva yapacakları bölgeyi tutarlar. Gece gündüz ötmeye başlarlar. Bülbüllerin gece ötmesinin nedeni, geriye dönüş göçünü gece de yapan dişileri baştan çıkarmak içindir. Biz de gidip o erkek bülbülleri tutarız. Bir hafta sonra dişileri de gelir. Dişi ve erkek bülbül birbirlerine çok benzediği ve bu tarihten sonra da yuva yapıp kuluçkaya yatacaklarından bir daha bülbül tutmayız.
Ağustos ayında yakaladığımız hamam böceklerini, içinde çöp olan bir tenekeye koyar, ağzını bir bezle kapatıp sıkıca bağlarız. Bu çöpe bırakılan hamam böcekleri yumurtlarlar. Bu yumurtalardan baharda çıkan kurtlarla (larva) bu bülbülleri bir süre besleriz. Fakat kurt bülbülü, dut gibi yağlandırır, yağlanan bülbül (dut yemiş bülbül gibi) ötemez. Daha sonra sığır yüreğinden çektiğimiz kıymaya leblebi unu karıştırıp veririz. Baharda çıkan kanarya yavrularımıza bu bülbüllerin nağmelerini öğrensinler diye dinletir, daha sonra bülbülleri salarız.
Rahmetli karım, “İrfan kalk, bülbüller ötmeye başladı, ben kahveleri ateşe koydum.” deyip gece yarısı beni uyandırır, oturup karşılıklı bülbülerin hazin şarkılarını dinler, kahvelerimizi içerdik. Bülbüller suya yakın yerlerde yuva yaparlar. Doğada ki bir çok ses gibi bu suların seslerini, nağmelerinde taklit ederler, iik…. iik….iik…. diye inleyen bülbüller vaciles…. vaciles…. sak…. sak…. saki…, vay…. vay…. bacı….ları bu kaba su seslerine ekleyip sanki bir zamanlar bütün dünyanın konuştuğu bir dilden şarkılar söylerler.”
***
değişmeyen
bir özlemim kalmış
bir de istanbulun lodosları
şehrimizin gökyüzü değişmemiş
değişen herşey
günbatımında
siyahın altında aynılaşırken
bizim gökyüzümüz
ıslak fırçaların üzerindeki
kırmızı pigmentler gibi
baştan çıkartıcı
siyahlaşan bulutlar
jartiyerler gibi
tutmaya çalışırken bu kırmızıyı
beni tutamıyorlar
Fatih Mika