italiano
Fatih Mika  
 
Güncel
  Katar Sergisi Doha
  “Yantai Art Museum”
  100 Öğrenci 100 Gravür Belgrad
  Belgrad Kişisel Gravür Sergisi
  Geri Dönüş II
  Anneme
  Work Shop
  Kestane
  Mezlaka-i Akdâm
  Modissima feat. Turkey Contemporary Art
  Sergi
  Segno e Insegno
  Çağdaş Türkiye
  40. Sulmona Sergisi 2013
  Gravür Sanatçısı: Fatih Mika
  İzler
  Atölye
  Beklemenin Tadı
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Noel Kokteyli
  deniz kızı
  bahane olmalı
  Edebi Ruhun Resme Aksi
  iyi ki saklamışım
  Palamut
  ayvansaray
  İşkence
  bir güvercin
  siyah selvi
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Ahlat Ağacı
  Küpeler
  cam kırıklarıyla
  Kaktüs
  otlar
  Bonsai
  doldurup heyecanları
  Tebessüm
  Mimar Sinan
  Bulla
  Serçeler
  Değer
  Kumlu Begonya
  Aşk-Meşk
  İrfan Baba
  Deli Sanat
  Çapari
  spookyman
  Ischia Adası II
  Atölye
  bir rüzgar okşar
  Kes Yapıştır
  Arte 3
  boğaziçinde
  yandaki çiçek
  Ben Çingene Olmak İstiyorum
  gecenin dalı yok
  napoliden geçerken
  med cezir
  Picasso
  calò
  Mara
  Antico Caffe Greco
  Dirsek Teması
  Cara Pippa
  İki Kaptan
  Roma Leonardo da Vinci Havaalanı
  San Valentino
  Duman
  Kar Tanesi
  Aziz
  Fatbarla*
  Roma'ya Başlamak
  bisiklet
  Saatler
  Bahçem
  Yaşamak
  Fink Fink II
  Fink Fink
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? IV
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? III
  Ischia Adası
  Minoo
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? II
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? I
  Albrecht Dürer
  bir özlemim kalmış
  Çiçekler
  Sanatta raslantının denetimi
  Agop Mehmet Ali
 
 
Ağustos
27
2011
Edebi Ruhun Resme Aksi
Gravür sanatının önemli isimlerinden biri olan Fatih Mika, İtalya / Roma’da ikamet ediyor ve Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde doçent olarak gravür teknikleri dersleri veriyor. Türkiye, İtalya ve daha birçok ülkede kişisel ve karma onlarca sergide yer almış değerli bir sanatçı.
Gravür çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor; öte yandan okuyucusunun ruhunda hoş tatlar bırakan edebi yazılar üretiyor. Beni kendisiyle söyleşi yapmaya iten en önemli sebep; ‘gravür çalışmalarında’ ve ‘lezzetli edebi yazılarında’ doğayı, doğal unsurları çok hoş bir şekilde ifade etmesi ve doğa duyarlılığı yüksek bir sanatçı olması…

Yakın geçmişte Küçükçekmece’de bir serginiz oldu. Bu serginin kataloğunda yer alan sunuş yazısı dikkatimi çekti. Şu ana kadar okuduğum en etkileyici sunuş yazısı bu sanırım. Yazan bir İtalyan sanat eleştirmeni ve sanatınızı anlatırken, sizin geçmişinizden ve kişiliğinizden çok çarpıcı detaylar vermiş. Öyle güzel bir dille anlatmış ki etkilenmemek mümkün değil. Sizin doğaya duyarlılığınızı ve bunun Küçükçekmece’ye dayandığını fevkalade güzel cümlelerle ifade etmiş. Çocukluğunuzu Küçükçekmece ve doğasıyla dinlemek isterim. Anı fotoğraflarınızdaki kayıkhaneyi de. Ve tabii doğduğunuz yer olan Saraçhane’deki ahşap evinizin hikâyesini…
Doğduğum ve altı yaşına kadar yaşadığım bu üç katlı ahşap ev, Saraçhane’de Bozdoğan Su Kemerleri ile Gazanfer Ağa Medresesi arasındaki çıkmaz bir sokaktaydı. Evin içinde, bir su kuyusu ve üst katlara direkt çıkan bir merdiven vardı. Evin dışında, sansarların gezdiği, bozdoğanların yuva yaptığı gizlerle dolu, heybetli taştan bir orman Bozdoğan Su Kemerleri… Belki de taşlara olan sevgim çocukluk yıllarımdan kalmadır. Hatta annem “Yalan söyleme taş olursun.” dediğinde korkmaz gizemli taşlardan ormanlar olmak isterdim. Daha sonra Küçükçekmece’ye taşındığımızda kırları, kuşları, otları, çekirgeleri, göğün rengini, çamuru, bahçelerden ham ayvaları aşırıp taşlarla eze eze yemeyi, çelik çomak – saklambaç oynamayı, renkli uçurtmalar yapmayı öğrendim. Biz evlerimizin önündeki boş arsalarda oyun oynarken; leylekler, kırmızı gagalarında kıvrılmış yılanlarla üzerimizden geçerlerdi. Yaşımın artması ile birlikte risk alma gücüm ve evden uzaklaşma mesafelerim arttı. Önce Arnavut bir bekçinin beklediği Akif Bey’in bağını, daha sonra Küçükçekmece Gölünü ve Marmara Denizini; denizle göl arasında yine taşları sevdiren yalanlar söyleyip, taş olup, öylece göl ile denizin arasına, balıkların arasına uzanıp yatmak istediğim Küçükçekmece Köprüsünü keşfettim. Akif Bey’in bağında, biz çocuklar kuşların arkasından, Arnavut bekçi de bizim arkamızdan koşardı. Lisemize günün birinde Mustafa Uzman adında bir beden öğretmeni geldi. Okulumuzu atletizmde hemen ortaokul ve liseler arsında Türkiye şampiyonu yaptı. Mustafa Uzman elbette çok kıymetli bir beden öğretmeni idi; ama bu şampiyonluklarda Akif Bey’in bağını beklerken bizi kovalaya kovalaya antrenman yaptıran Arnavut bekçinin de payı vardı. Ben de bu Arnavut bekçi sayesinde ortaokulda iken yüksek atlamada İstanbul ikincisi, tek adımda İstanbul üçüncüsü oldum.

“İyi ki saklamışım çocukluğumun çakıl taşlarını. Cebimde hala mavi balıkların pulları, yırtık ağların torları, yemyeşil yosunlar var.” Fatih Mika

Sergi vesilesiyle yakın zamanda gördüğünüz şu anki Küçükçekmece’yi nasıl buldunuz? Keşke şunlar aynı kalabilseydi dediğiniz durumlar olmuş belli ki. Sunuş yazısında “İşte bu olağanüstü ve haklı olarak ünlenmiş doğal ortam, en azından bir kırk yıl öncesine kadar, zengin ve çok çeşitli bir faunayı barındırmasıyla öne çıkmıştı; ancak günümüzde çevre kirliliğinin ölümcül ilerleyişi ve kontrolsüz bir kentleşme bu özelliği bir ölçüde olumsuz olarak etkiledi” denilmiş burası için.
Elbette Küçükçekmece kabuk değiştirdi. Her tarafı beton ile doldurulup, doğanın kaldıramayacağı kadar yük yüklendi göle, denize, kırlara, bağlara. Zamanla beton yapıların arasında eskiye oranla daha iyi yaşama alanları yaratılsa da doğasını Küçükçekmece’ye iade etmek artık olanaksız. Binaların bacalarında, asırlık çınarların dallarında artık bir leylek yuvası göremeyeceğiz. Bu duygusal bir istek değil. Çünkü leyleklerin yaşam ortamlarıyla birlikte hemen bütün doğa gitti. Geçen Ağustos ayı gölün kenarından geçerken, artık ona ait olmayan camgöbeği rengi canımı yaktı.

Katalogdaki sunuş yazısında bir cümlede “…doğa karşısında Uzak Doğu´ya özgü olağandışı duyarlılığı…” ibaresini kullanmış İtalyan eleştirmen. Temmuz ayında Çin’de bir organizasyonda yer aldınız; bir Çin televizyonuyla röportaj yaptınız. Bu organizasyondan bahseder misiniz?
Bu yıl Marko Polo’nun Çin’e, Hangzhou şehrine gidişinin 900. yılı. İtalya ile Çin, Marco Polo’nun bu ziyaretini iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin başlangıcı olarak kabul ediyorlar. Bu nedenle Hangzhou şehri yerel (Aso Artist) yönetimi sanatçılar birliği, 100 İtalyan sanatçısını 10 kişilik gruplar halinde Hangzhou şehrine davet ettiler. Orada gözlemlerde bulunduk incelemeler yaptık. Bu gezi sonrası Çin ile ilgili yapacağımız resimler Kasım ayında Venedik’te sergilenecek. Çin beni çok etkiledi. Hem geleneksel kültürlerini, yaşam biçimlerini yakından görme şansım oldu hem de bugünkü Çin’in geldiği ve gitmek istediği yeri…

Çalışmalarınızda denize, balıklara, kuşlara özel bir ilginiz olduğu görülüyor. Yazılarınızda da balıkları, balıkçıları, denizi ince ince işleyen bir dil göze çarpıyor hemen. Kırlangıç balığı, dülger balığı, iskorpit, palamut ve daha birçok balığı görüyoruz eserlerinizde. Geçmişteki balıkçılık deneyiminiz eserlerinizi çok etkilemiş. Sizi bu kadar etkileyen o günlerden bahseder misiniz? Zorlukları, hoşluklarıyla…
 
Sayın Yıldız Cıbıroğlu; “Fatih Mika’nın gravürlerinde imgeler en çok sessiz bir dünyadan, suyun altındaki loşlukta yaşananlardan seçilmiş. Sümer’de bu imgelemin yorumu kısaca şöyle: Güneş ışığı suyun dibine vurur ve bu yansıma bilgeliğin kendisidir. Gerçeği bize doğrudan gösteren güneş ışığıdır; ama bilgelik gerçeğin yorumudur. Aynı zamanda denizin dibindeki loşluk güzel sanatlardaki imgelem, esin ve sezgiyle de ilişkilidir. Bu tanımlama ilk olarak Sümer’de ‘Bilgelik Tanrısı Enki’ üzerinden yapılmıştır ve Enki bu yüzden denizin altındaki sarayında oturmaktadır. Öteki tanrıların sarayı gökyüzündedir.” diye yazdı bir sergi kataloğuma. Geçmişte, bütün bu yaşadıklarım bir Bilgelik Tanrısı olma macerası herhalde. Gerçek ile düş arası bir şey. Soğuktan, sıcaktan, fırtınalardan ve tuzlu sudan aşınmış küpeşteleri, pul pul olmuş rengârenk boyaları, dalgalarda gıcırdayan gövdeleri ile ahşap küçücük sandalların birer saray oldukları bir dünya o. O sarayda yaşamak için ordulara, silahlara, muhafız alaylarına, toprağa, hazinelere sahip olmanız gerekmiyor. Gerekli olan sadece delice bir çocukluk cesareti. Belki de beni en çok etkileyen bu dünyanın şiiriydi.
“Poyrazlar, tatlı suları, çeşit çeşit balıklarıyla Karadeniz’i itiyorlardı Marmara’ya. Bursa bıçağı gibi oynak hamsileri, sırtları dantelli palamutlar kovalıyor. Yunuslardan kaçan palamutlar, suyun üzerinde sıçrayarak sanki uçmayı öğreniyorlardı. Kendi can derdindeki palamutlar, yunuslardan tek tek kurtulmaya çalışırlarken, biz balıkçılar onların hesabını çift çift yapıyorduk. Bir çift palamut akşam yemeği idi. On çift palamut, yövmiye. On çiftten sonra hayaller kurmaya başlar balıkçılar. Bin çift palamut, milli piyangonun büyük ikramiyesi gibi düşer bu küçük balıkçı köyüne.” Fatih Mika / Palamut adlı yazısından bir kesit…

Kuşlara özel bir sevgim olduğu için güvercin, martı, atmaca, doğan, saka kuşu gibi çalışmalarınızı çok hoş buluyorum. Balıklara ilginiz balıkçılıktan geliyor; kuşlara ilginiz nereden geliyor? Küçükken hep güvercin sahibi olmayı istemişsiniz; ancak aileniz izin vermemiş. Harçlık bile biriktirmişsiniz.
 
Aslında bugünkü gibi kullan-at oyuncakları olmayan bir nesle aidim. Oyuncaklarımızın çoğunu biz kendi ellerimizle yapardık. Aslında en büyük ve en güzel oyuncağımız doğaydı. Burada oyun oynamanın ciddi bir iş olduğunu hemen belirteyim. Kuş sahibi olmak, canlı bir hayvana bakmak sorumluluk ve sabır isteyen bir iştir. Kuşların göç yolu üzerinde ve göl ile denizin arasındaki sulak bir semtte yaşamak kuşların gizemli yaşamına olan ilgimi arttırmıştır. Bunun içinde evcilleştirilmiş olan güvercin gibi kuşlar da var tabi.
“Güneşsiz kış günlerinin soğuk rüzgârları, yapraklarını döktükleri ağaçları çıplak dalları ile sokaklara terk etmiş; çoluk çocuk herkesi evlerine kapamış; naylon torbaları, buruşmuş kâğıt parçalarını uçuşturuyor. Balkonlardaki siklamenlerin renkli çiçekleri, bu ağır kış günü havasını değiştirmeye yetmiyor.
Ben atölyemde ocağa koyduğum çaydanlığın cızırtısı ile çalışırken; sıcak yaz günlerini, kapının önünden geçen ince topuklu ayakkabıların seslerini özlüyorum. Oysa pencerenin dışında yiyecek arayan serçeler, soğuk rüzgârın uçuşturduğu kuru yapraklar gibi sekerek, oradan oraya koşturuyorlar.” Fatih Mika / Serçeler adlı yazısından bir kesit…

Gravürlerinizde kuşlara yine devam mı? Ve balıklara da? İlerisi için “Şunu yapabilirim” diye gönlünüzden geçirdiğiniz farklı kuş ve balık türleri var mı? Veya daha başka doğal unsurlar?
 
Evet doğayla oyuna devam etmek istiyorum. Nasıl çocukluğumu doğayla yaşadım diyebiliyorsam, sanatçılığım için de aynı şeyi söylemek istiyorum. Geçen Temmuz ayında Çin’e yaptığım gezi bütün Uzak Doğu sanatında doğanın ne kadar belirleyici olduğunu bana kanıtladı.

Sait Faik’e özel bir ilginiz olduğunu biliyorum. ‘Sait Faik’e Saygı Dizisi’ adında gravür çalışmalarınız var ve tamamen onun öykülerinden esinlenmişsiniz. Bir sanatçının başka bir sanatçıya verdiği değeri bu şekilde göstermesi çok ince… Geçmişin ve geçmiş ruhların güzelliklerini hatırlatabilmek çok önemli. Onunla kendinizi özdeşleştirdiğiniz ya da sizi etkileyen yönleri nelerdir?
Sait Faik; diliyle, tavrıyla, konularıyla has bir sanatçı. Ne zaman Sait Faik’in bir öyküsünü okusam kendi yaşadıklarımı elimle tutmuş gibi oluyorum. Sait Faik balıkçıları anlattığında Menekşe’deki balıkçı kahvesini anlatıyor sanki. Sinarit Baba da öyle, Topal Martı da. Ben de kendimi sanatçı olmak için hazırladıktan sonra bir dülger balığı yapsam aklıma Sait Faik geliyor.
“Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.” Sait Faik’in anısına…

Hem resmediyor hem yazıyorsunuz. Palamut konulu gravür çalışmanızı görüp, üstüne bir de palamut konulu yazınızı okuduğumda o gravür benim gözümde daha anlamlı hale geldi. Birbirini besleyen çok güzel bir uyum söz konusu. Stilinizin olmadığını söylüyorsunuz ama bu tamamen bir Fatih Mika stili bence. Gravür çalışmalarınızı bir hikâyeyle dillendirmek gibi olmuş. Hepsi için bunu yapıyor musunuz ya da yaptınız mı?
 
Aslında tam tersi bir durum söz konusu. Yazının ve gravürün anlatım olanakları farklı. Hani eti kemikten ayıran kasabın farklı bıçaklarının olması gibi. Gravürün yetmediği yerde yazıyı, yazının yetmediği yerde gravürü kullanıyorum. Belki de yazılarımla bazı gravürlerimin örtüşmesinin nedeni bu.

Bir başka etkileşim değerli şair ve ressam İlhan Berk’le. 2008 yılında kaybettik kendisini; nur içinde yatsın. Hoş bir tanışma anınız da var ve hediyeleşmeleriniz olmuş. O günü, İlhan Berk’in sizi etkileyen yönlerini anlatır mısınız?
“Bugün Bodrum’a İlhan Berk’i görmeye geldim. İlk defa yüz yüze karşılaşıyoruz. Bana çok dostça davrandı. Beni sevdiğini söyledi ve güzel sohbetler yaptık. Beğendiği bir gravürümü hediye ettim. O da desenlerinden birini bana seçtirdi ve hediye etti. Küçük, saf, ama çok erotik olduğuna inandığım bir deseni aldım. İlk defa bir insanın gravürümü tek eli ile kaldırıp bakarken kâğıdı kırmasına kızamadım. Sanırım onunla olduğum zaman içinde formalitelere yer yoktu ve ‘bir mağara ressamından’ kurallar istenemez ve beklenemezdi. Onun resimleri ve desenleri, sanırım bu nedenle güzel ve anlamlılar. Bu kitabı (Eşik) bana hediye etti. Ve ‘Mısırkalyoniğne’ başlığı altında topladığı şiirlerinin taslaklarının fotokopilerini, bu şiirler için yapacağım gravürlerde kullanmam için bana verdi. Her şey için çok teşekkür ederim İlhan Berk.” Fatih Mika, 6 Mayıs 2002, Bodrum…
“Yazmak mutsuzluktur; mutlu insan yazmaz. Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan ve bana bu yeryüzünü cehennem eden bu yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: Resim yapmak.” İlhan Berk’in anısına…

İtalya ve Türkiye’deki gravür sanatı ilgisini karşılaştırırsak ortaya nasıl bir sonuç çıkar? Eğitim konusunda Türkiye’yi yeterli görüyor musunuz? Bir de gittiğiniz birçok ülke var. Gittiklerinizden gravür sanatının en taze tutulduğu ve ilgi/önem gördüğü ülke neresi? Ya da sevildiği?
İtalya, gravür sanatında dünyanın en önemli mirasına sahip ülkelerinden biri. Bugün dünyanın en önemli gravür arşivine sahip olan ‘Calcografia Nazionale – Ulusal Gravür Enstitüsü’ Roma’da. Bu kurumda bugün 14. yüzyıldan günümüze kadar değişik sanatçıların yaptıkları 23.000’in üzerinde bakır kalıp bulunuyor. Türkiye böyle bir geçmişe sahip değil. Türkiye gravürde hala hedefleri olmayan bir ülke. Hâlbuki geçmişin doğu bloğu ülkeleri zamanında böyle hedefler koyup gravürde eksiklerini tamamladılar; hatta çağdaş anlamda çok sayıda kaliteli sanatçı yetiştirdiler. Bugün Türkiye’de Orhan Abi (Taylan) “Gravür yapmadım” diye övüncünü özgeçmişine yazıyorsa; bunda yıllardır Türkiye’de gravür eğitimi vermiş olan hocaların günahı var. Çünkü gravür, Orhan Abi’nin yapmadığını övünerek söylediği şey değil.

Yazılarınızda öyle hoş tasvirleriniz var ki İtalya ile ilgili. Ki gravür çalışmalarınıza da esin kaynağı olmuş bu yerler. Yaz aylarını geçirdiğiniz İschia Adası’ndaki Aragon Kalesi var örneğin. Buraları anlatır mısınız? En hoşunuza giden ve size ilham veren halleriyle…
 
“Biraz sonra balıkçılar, bir yandan ağları istiflerken, diğer yandan kakıçlarla teknelerini itip iskeleden uzaklaşacaklar. Ben de iskeleyi arkamda bırakıp, bütün gecenin çiğini yemiş gibi yorgun Boccia Fırını’na doğru yürüyeceğim. Boccia Fırını’nda beni, hamuru sıkı, rengi koyu, sert kabuğunun üzerinde mayalanma sırasından kalan kumaş dokularının izleri olan, yamuk yumuk ekmekler bekliyor. Sadece zeytinyağına bile dokunsa her taraflarından lezzetler akan; kekik, sarımsak ve San Marsano domatesi de olursa doymak bilemeyeceğiniz bir ekmek bu. Bir gün beni Boccia Fırını’nın ekmeklerine bağlayan tutkumun sırrını çözüyorum. Bu sır, adadaki su sıkıntıların olduğu çok eski tarihlere kadar gidiyor. Adadaki kıt su olanaklarını ekmek yapımında harcamaya kıyamayan fırıncı, ekmek hamurunu deniz suyu ile yapıp, üstelik tuzdan da tasarruf ediyormuş. Kokulu Akdeniz maki bitki örtüsünün çalıları ile pişirilen bu ekmekler bana, ben farkında olmadan denizlerin içinde benim de karıştığım rüzgârların, fırtınaların, dikenli balıkların, denizkızlarının, köpüklü dalgaların, ağların, misinaların maceralarını taşıyorlarmış.” Fatih Mika / Ischia Adası II adlı yazısından bir kesit…

Referandumla nükleere % 95 ‘Hayır’ diyen bir ülkede yaşıyorsunuz. Bizde ise çoğunluk zararlarını bilmiyor; hatta gündemine bile almıyor bu konuyu. Bu İtalyan insanının doğaya duyarlı davrandığının önemli bir göstergesi. Doğaya, tarihe ve kültüre yaklaşımları hep böyle olumlu mudur İtalyanların?
İtalya daha önce kendi toprakları üzerindeki nükleer santralleri kapatmış bir ülke; ama Fukişima’daki deprem ve tsunami Japonya’yı vururken tüm dünyadaki insanlara da düşünme şansı verdi. Bundan İtalya da nasibini aldı. Referandumu nükleer santral karşıtları kazandılar. İtalyanların doğaya, tarihe ve kültüre yaklaşımları elbette bizden çok farklı. Çünkü geçmişlerinde merkezi devletin güçlü olmadığı, erkin tüm ülke yüzeyine yayıldığı bir ülke İtalya. Bu nedenle her şeyi merkezden beklemeden tarihe, kültüre, doğaya sahip çıkma duyguları var. Bu nedenle İtalyanlar bizden daha fazla biriktirmeyi ve korumayı biliyorlar.

Kendi elinizle yetiştirdiğiniz bitkilerin fotoğraflarını gördüm sosyal paylaşım sitesinde. Küçük bir zeytin ağacınız ve narçiçeğiniz var. Başka bitkiler var mı bakmaktan keyif aldığınız? Ya da bahçeniz?
 
Evet. Bitkiler de Küçükçekmeceli yıllarımdan kalan arkadaşlarım. Şehrin dışında bahçeli küçük evlerin serpiştirildiği bir yerdi bizim semtimiz. Belediyenin çöpçüsü at arabasıyla kim bilir kaç günde bir gelir, az miktardaki çöpü alır giderdi. O yıl yenilen meyvelerin çekirdekleri, o yıl temizlenmiş bahçelerin çiçeklerinin tohumları orada kalırdı. Ben baharda filizlenen şebboyların, karanfillerin, akşamsefalarının, malta eriklerinin, vişnelerin fidelerini toplar, bahçemizin bir köşesinde kendi bahçemi yapardım. Her zaman çiçeklerim oldu. Çiçekler bana sevmeyi, sorumluluk duygusunu, güzellikleri, bereketi ve her şeyin para olmadığını öğretti. Hala on dört yıl önce çekirdekten ektiğim zeytin ağaçlarım, nar ağaçlarım var. Hala begonyalarımın, mum çiçeklerimin dallarını kırar kırar saksılara diker, biber fideleri yetiştirir, eşe dosta dağıtırım. Rüzgârların balkonlardaki saksılardan kopardığı bir sardunyayı sokakta görünce kıyamaz, öpüp başıma kor, eve getirir, bir saksının içine saplarım.

Şu anda baktığınız bir hayvan var mı? İspinoz kuşunuz Andre’yle ilgili yazılarınızı okudum; çok hoştu. Kuşun rahatı için elinizden geleni yapmışsınız. Sivrisinekleri engellesin diye kafesin altına kum koyup, sardunya kokuları damlatacak kadar. Bir de gravür çalışmanızda gördüğüm mavi İran kediniz Minoo var. Aynı evde kuş ve kedi kaynaştıracak kadar özel bir yeteneğiniz var bence.
 
Evet hayvanları çok severim. Evimizde şimdi sadece İran kedimiz Minoo var. Eve ilk alışmalardan sonra, bir baktım yerlere sürünerek benim kuşlara saldırmaya hazırlanıyor; ben de hazırlandım. Tam kuşlara saldırdığı zaman yetiştim; poposuna bir şaplak vururken ağzımla da kedilerin kavga ederken çıkardıkları sesi çıkardım. Minoo evin içinde kaçacak delik aradı. Ben hazırlanmış ikinci saldırıyı bekliyordum. Nitekim bir süre sonra salondaki yemek masasının altından yine yerlere sürünmeler ve saldırı. Bu sefer sadece kedilerin kavgada çıkardıkları sesi çıkardım; poposundaki şaplağı yapıştırmaya gerek yoktu. Minoo onu zaten hatırlamıştı. Yine evin içinde kaçacak delik aradı. Bu antrenmanlar bir kaç gün devam etti. Evde olmadığımız zaman salonun kapısını kilitliyorduk. Bir ay sonra da kafeslerin etrafındaki kümes telini çıkarıp attım. Benim kuşlarıma dokunulmayacağını öğrenmişti. Artık kafeste kuşum yok. Balkona ektiğim reyhanları tohuma bırakırım; sakalar, floryalar, canilyalar gelsin yesinler diye. Bir de atölyemin önüne birkaç güvercin ve bir çift kumruyu alıştırdım. Onlara darı veriyorum. Darı küçük olduğu için yemeleri uzun sürsün, onlar atölyemin önünde daha fazla kalsınlar diye. Bu güvercinler bana kuyruğunda sadece üç gri tüyü olan bembeyaz bir yavrularını getirdiler önceki hafta. Ben atölyede çalışırken onlar yanımda gezinip beni mutlu ediyorlar.

Bugün hem gravür hem yazı çalışmalarınızda, sanatçı kişiliğinizin oluşumunda, gelişiminde ve beslenmesinde doğanın, doğal bir ortamda büyümenin birincil etken olduğunu söyleyebilir misiniz? Doğayla iç içe yaşamak algılarımızı daha duyarlı hale mi getiriyor sizce?
Evet diyebilirim. Çünkü insan da doğanın bir parçası. Doğa, bir de insanın kendi ile yüzleşmesini kolaylaştırıyor. Daha nesnel oluyorsunuz.

Türkiye’de bu sene hangi organizasyonlarda bulundunuz? Önümüzdeki günlerde sizi ve çalışmalarınızı Türkiye’de yine görebilecek miyiz?
Yoğun bir dönem devam ediyor hala. Ankara’da T.C. Dışişleri Bakanlığı Suna Çokgür Sanat Galerisi’ndeki kişisel sergimle başladığım 2011; İtalya / Cremona’da ‘Sanat ve Pres’, İzmir / Güzelyalı Kültür Merkezi’nde ‘Fatih Mika, Paolo Laudisa ve Öğrencileri Sergisi’, Roma / T.C. Büyükelçiliği Turizm ve Kültür Bürosu’nda kişisel sergi, Bodrum / Yalıkavak Art Suites Gallery’de kişisel sergi, İstanbul / Cennet Sanat ve Kültür Merkezi’nde ‘Paylaşılan İşaret – Paolo Laudisa, Fatih Mika, Anna Romanello ve Öğrencileri Sergisi’, İtalya / Pitigliano’da ‘Fatih Mika ve Öğrencileri Gravür Sergisi’ ile devam etti. 1 Ekim’deki Samsun sergimden sonra, Kasım ayında TÜYAP Sanat Fuarı ‘Artist’e katıldıktan sonra, yine Kasım ayında Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde ve Maçka Galeri Eksen’de kişisel sergilerim olacak.

Yazı: Macide Işık