Babamla oturup serpme ağı için kurşun döktüğümüz günü anımsadım. Hurda kurşunları paslı bir teneke kutuya doldurup ateşin üzerine koymuştuk. Ben, teneke kutunun içinde ağır ağır eriyen kurşunları, Tombouktou gölünün suları da durmuş bizi seyrediyorlardı. Ateşin diğer yanına ısınsınlar diye kurşunların biçimleri oyulmuş tuğlaları koyduk. Ateş köz olmuştu. Ben gözlerimi babamın ellerinden hiç ayıramıyordum. Babam, tıpkı katakulama ağacından tekne oyar gibi her hareketini ağır ağır ve bilgelikle yapıyordu. Sıcak tuğlaları bir kanca ile ateşin üzerinden aldı, sabun sürdüğü deliklere kepçeyle yavaş yavaş kurşunu doldurdu. Sonra tuğlayı ters çevirip kurşunları kırmızı toprağın üzerine attı. Dua eder gibi saatlerce tane tane kurşun döktük. Sakin bir yaz akşamüstüydü.
Babam gidip ağaca asılı olan ağı aldı. “Bu ağı, bu mekik ile, ilmek ilmek annen ve kız kardeşin ördüler. Saçları erkekler gibi dökülmeyen kadınlar, saçlarını toplu tutabilmek için düğümü icat ettiler. Düğüm atan kadın erkeği korkuttu.” dedi ve ekledi “Sen kadınlardan korkma.”
(“Bende olanı bende olmayanla değiştirmek istiyorum.” Hun hükümdarı Mete’nin M.Ö. 192’de Çin imparatoriçesine yazdığı mektuptan.)
Oniki kilo kurşunu dizdiğimiz bu beyaz serpme ağı ile sarı kamışların arasındaki mavi sularda; iri pullu, kırmızı yüzgeçli, ördek ağızlı, ağır kokulu yeşil balıklar avladım. Suyun altındaki dünya üzerine hayaller kurar, nasıl uçurtmamla bulutların, martıların arasına karışırsam; serpme ağımla suların dibine çöker, yeşil yosunların, iri pullu balıkların arasına girerdim. Şefaf karidesler sıçrayarak benden uzaklaşırlar, kayabalıkları saklandıkları oyuklardan ne oluyor diye bakarlar, sazanlar ayaklarımın kaldırdığı kumların arasındaki böceklere saldırırlarken, turnalar da onları avlarlardı. Ben serpme ağımı bu karmaşanın üzerine atar; jilet dişli ördek ağızlı turna balıklarını avlar; kendi ekmeğimi denizden çıkardığıma inanırdım. Bu bana, kimseye muhtaç olmadan yaşayabileceğim hissini verirdi.
Bahçelerimizde ki ağaçları biz budardık. Doğada ki ağaçlar yükünü taşıyamadıkları dallarından besinleri geri çekip o dalların kurumasını sağlarlar. Rüzgarlarda yere düşen bu kuru dalları toplar büyük bir ateş yakardım. Ateşin köz olmasını beklemeden ve turna balıklarını temizlemeden bu ateşin üzerine atar, yanan dallarla örter, böğertlen toplamaya giderdim. Ayaklarımın dibinde kırmızı göğüslü nar bülbülleri uçuşur, bir kurbağanın suya atladığını duyar, ezdiğim kekiklerin kokuları burnuma gelirdi. Sonra dönüp, sönmeye yüz tutmuş ateşin içinden, kapkara olmuş turna balığını alırdım. Yanmış pullu derisini kaldırdığımda lezzetsiz ama bembeyaz bir et ortaya çıkardı. “Ama bu Sakarya balıklarının etinin lezettinden ziyade, isimleri hoşuma giderdi. Oklama, Cılbık, Hosgün… Sakarya balıkları isimleriyle beraber yendiği için lezetlidir.(Sait Faik –Sakarya Balıkçısı)”
Balığımı yedikten sonra güneş Firüzköy’ün arkalarına çekilmiş olur, bu saatte gölün kenarındaki akağacın gölgesi de gölün suyuna düşerdi. Ben tekneyi tam bu gölgeye denk gelecek şekilde demirler, oniki yaşımda keşfettiğim Panait İstrati’nin kitaplarını okurdum.
Fatih Mika 4 Temmuz 2007 Roma