Mezbahayı, göl ile denizi birleştiren derenin kenarına kurmuşlardı. Kamyonlarla getirilen sığırlar, koyunlar burada kesilip yüzülür; önce kasabanın, daha sonra da İstanbul’un kasaplarına dağıtılırdı. Döneri ile ünlü “Beyti” bu mezbahanın sayesinde, bu kasbada doğmuştu.
Gündüzleri celeplerle kasaplar, sular ve kanlar içindeki mezbahada yüksek sesle pazarlıklar yaparlar, şakalaşırlar; güneş battıktan sonra ise dere kenarını bir sessizlik bürürdü. Artık celep ve kasapların seslerini, mezbahanın biraz ilerisine kurulmuş pavyonlardan anoson kokularına karışmış olarak duyardınız.
Bu mezbaha artıkları yüzünden dere kefal kaynardı. Kefal balıkları civa gibidirler. Ağızları küçük olduğu için yiyecekleri emerek yerler. Olta ile yakalanmaları oldukca zor olan kefalleri avlamak için bir çok teknik geliştirmiştik. Bunların en eğlencelisi ilkbaharda solungaçlarına kar suyu kaçan kefalleri yakalamaktır. Sersemleşen bu balıklar sığ sulara çekilip uyurlar. Bunu gören biz çocuklar hemen donlarımızı çıkarıp suya girer, olağan koşullarda ağ ile yakalamanın bile zor olduğu bu kefalleri bir kenara sıkıştırıp yakalardık.
Güneş batıpta hava kararınca, sığ sularda da yüzebilecek hafif bir tekneye ağları yüklerdik. Teknenin bir kenarına, içinde yağlı üstibilerin olduğu tahta bir sopaya çakılmış bir konserve kutusunu takardık, buna “malaktar” denirdi. Sinou ile ben avucumuzun içi gibi bildigimiz derede kefallerin oldukları yerleri ağ ile çevirirdik. Birimiz kürekleri çekerken birimiz ağları atardık. Balıklar ağları görup üzerlerinden atlamasınlar diye yalazalı bir ışık saçan malaktarın üzerine biraz gazyağı döküp yakar, alevlerin değipte yaktıkları sivrisineklerin cızırtıları arasında bir ipe bağlı beyaz mermer voli taşını elimize alır, var gücümüz ile suda patlatırdık. Malaktarın ışığı, kefaller gibi bizim de etrafımızı olduğu gibi görmemizi engeller, nesnelerin çizgileri erir, Caravaggio’nun resimleri gibi sadece içinde olduğumuz dunyanın bir parçasını bir anlığına aydınlatır, daha gördüğümüz renklerin, biçimlerin tadına varamadan başka renklere başka konulara geçerdik. Karanlığın içinde gerçeklerin düşlerimizle karıştığı bir dünya oluşurdu. Suyun üstünde sıçrayan karideslerin şıpırtıları da bittikten sonra etrafı bir sessizlik bürür, biz ağları ağır ağır toplamaya başlar, ağa vuran kefalleri ayıklayıp livara atardık. Küreklerden damlayan su damlalarının ahengini, livarda sıçrayan balıkların gürültüsü parçalardı.
Fatih Mika