Lale gruba link gondermis, ‘G.BIZET Carmen Gypsy Songs Les tringles des sisters’. Balık gibi Didem ve Sinem kardeşlerin güzel seslerinden sonra ‘Anna Caterina Antonacci ‘Gypsy Song’ from Carmen’ ve ben You Tube’de çingenelerin dünyasına karışıyorum.
Seksendört kişilik sınıfta dörder kişilik sıralara oturmuşuz, yanımda Sivaslı Uzun Sırrı. Ben Sırrı’ya bir sırrımı söylüyor ‘Ben çingene olmak istiyorum’ diyorum. Sırrı, seksendört kişilik sınıfta, bir sırada dört kişi oturduğuna şaşırmıyor da, benim çingene olmak istememe şaşırıyor.
Yolları tozlu, otları kurumuş, çocukların yaramazlık yapacak halleri kalmamış bu sıcak yaz güneşinin altında gıcırtılarla ağır ağır ilerleyen at arabası birden evimizin yanındaki boş arsada duruyor. Bütün yol boyunca at arabasının altındaki gölgeden çıkmamaya çalışan köpekler dilleri bir karış dışarda, yüzlerine konan parlak yeşil sineklere aldırmadan hemen oracığa uzanıp yatıyorlar. Mahaleli evdeki bakır kap-kacağı getirip çingenelerle pazarlığa başlıyor. Biz çocuklar bu mesleğin sırlarını öğrenemeden, saatlerce kararmış kazanların, tencerelerin, tepsilerin nişadırlanıp temizlenmesini, körüklenen kıpkırmızı ateşin üzerinde kara ellerle döndürüle döndürüle parıldamasını seyrediyoruz.
Her sonbahar Firüz Köy’ün altındaki çayırı sular basar. Suların bastığı yerler gölün yanında sığ bir göl daha oluşturur. Bu iki gölü birbirine incecik bir su akıntısı bağlar. Bu su akıntısının başında, elinde çatalı ile posbıyıklı bir çingene, çayıra yumurta bırakmaya giden turna balıklarının geçmesini bekler. Yeşil, kahverengi yosunları tarayarak şırıl şırıl akan suyu, bir turna balığının geçmesini bahane ederek ya sanatçılar ya da çingeneler saatlerce seyredebilir. Yosunların akisinden beyaz bulutlar, bulutların önünden gölge oyunundaki gibi ördek sürüleri geçerler.
Priştina’da Cemal Dayı’nın bahçesinde oturmuş, sohbet ediyoruz. Birden karşı yamaçta bır kuşçunun dönek güvercinleri uçurduğunu görüyorum. Hemen yamaca tırmanıyorum. Kerpiç bir ev, evin önünde dingilleri yere yatırılmış ahşap bir at arabası, derme çatma tahtalardan yapılmış bır güvercin kümesi, atı kadar zayıf uzun boylu saçı sakalına karışmış bir çingene,evin damında, yerde, çingenenin elinde güvercinler. Selam veriyorum, selamımı alıyor. Havaya kuş fırlatıyor, yerden pırıltı verip kuşları döndürüyor. Ben kuşların arasında olmaktan memnun ama gösteriden memnun olmadığımı söylüyorum. Çingene tek tek en iyi kuşlarını çıkarıp havaya fırlatıyor. Ama doğru dürüst dönen bir kuşu yok. En sonunda beni ikna etmek için kümesin içinde sakladığı en iyi kuşunu çıkarıp havaya fırlatıyor, şimdi nasıl döndüğünü göreceksin diyor. Ak başlı, beyaz kuyruklu, siyah güvercin evin üstünde daireler çize çize yükseliyor, çingene tam kuşa pırıltı verecekken kuş tepenin arkasında başka bir kuşun pırıltısını görmüş olacak ki o tarafa doğru dönmeye başlıyor. Çingene evin önünde beni unutup kuşun arkasından lacivert gökyüzünün dokunduğu tepeye doğru koşmaya başlıyor.
Yine Priştina’da, Hakkı Tahiri’nin kuşlarını seyretmeye gidiyorum. Hakkı Tahiri’nin güzel kuşları var, başka kuşçular da onun kuşlarını seyretmeye geliyorlar. O zamanlar Kosova’da sırplar, arnavutlar ve türkler ve bu üç etnik grubun çingeneleri bir arada yaşıyorlar. Ve ben sardunyalı, begonyalı, güllü bu bahşede Priştinalı kuşçuları tanıyorum. Bunlardan bir türk çingenesi olanı kuşlarını göstermek için beni evine davet ediyor. Yüksek duvarlarla çevrili avluya girdiğimde bütün avlunun güvercinlerle dolu olduğunu ve eski sobalardan, buzdolaplarına kadar bütün eski ev eşyalarının güvercin kümesine dönüştürüldüğünü görüyorum. Sonra ev sahibinin rengarenk giyinmiş, rengarenk boyanmış kızı yarısına kadar şeker doldurulmuş yaldızlı çay bardaklarında bize çay ikram ediyor.
Birgün ermeni arkadaşım Şahin’e Yozgat’tan gelip mahalemize yerleşmiş olan birlikte büyüdüğümüz ermeni arkadaşlarımdan bahsedince ‘Fatih, onlar ermeni çingenesi’ diyor. Ne önemi var, benim aklıma kırmızı paskalya yumurtaları ve saçörgüsü paskalya çörekleri geliyor.
Yugoslavya’da öğrenimimi tamamlamış şehrime dönmüşüm. Saraçhane, Bozdoğan Su Kemerlerinin bitişiğinde bir zemin katında kalıyorum. Bu evde birgün Snezana ile oturmuş Ivanovic Kardesler’den anonim çingene şarkısı ‘Dzelem Dzelem’i dinliyoruz. Snezana eline plağın kapağını alıp şarkı isimlerini okurken Dzelem Dzelem’in yanında söz ve müzik Ivanoviç Kardeşler yazdığını görünce ‘ne olacak işte, çingenelik’ diyor.
Dzelem Dzelem - NBE & Esma Redzepova
http://it.youtube.com/watch?v=bd2C4uyeaXw&feature=related
Zagrep tren İstasyonu’ndan gri trene binmiş Verona’ya gidiyorum. Girdiğim kompartımanda tombik bir çingene oturuyor. Sohbet ediyoruz. Verona’da yaşıyormuş ama Belgrad’a gitmiş. Bir domuz almışlar 140 kilo gelmiş. Sucuk, pastırma, slanina (domuzun karın kısımlarındaki en yaglı kısmının islenmişi) ve jambon yapmış şimdi Verona’ya evine götürüyormuş. Anlatırken ağzı sulanıyor bana bir bıçağım olup olmadığını soruyor. Cebimden çakımı çıkarıp veriyorum. İsli bir parça domuz etini bavullardan birinden çıkarıp bana da ikram ediyor, bu çok yağlı ikramı geri çevirmek zorunda kalıyorum. Neden sonra benim türk olduğumu öğreniyor, çakı bıçağımı domuz etine sürdü diye çok üzülüyor. Önemi yok diyorum.
Gündüz’ün işi kuşçuluk. Bütün hafta tutuğu kuşları Çarşamba pazarına götürüp satıyor. Çok zor bulunan bir kuş ısmarlıyorum. Ağbi diyor bu akşam rüyaya yatayım. Eğer kuşu rüyama sokarsam ben onu yakalarım. Sulukuleye evine gidiyoruz, kerpiç bir ev. Evin bir odasına yakaladığı bütün kuşları doldurmuş, yüzlerce kuş oradan oraya uçuşuyorlar. Gündüz dıyorum ben bu kadar kuşun içinden nasıl kuş seçeyim? Ağbi diyor sen bu camın kenarına gel dur, ben kuşları ürkütünce zaten onlar ışığa doğru kaçıp senin elinin altına gelecekler.
Bugün Roma dışına çıkıyorum. Etrafta sahiden ilkbahar var. Her taraf yemyeşil. Yeşillikler içinde tektük kırmızı gelincikler. Birden gözüme baba incir ağacları çarpıyor. Şimdi, baba incir reçeli yapmanın tam zamanı.
Mevsimin bugünlerinde İstanbul’da Nişantaşı’na yolu düşenler çiçek satan çingenelerin önünde naylon torbalar içine konmuş top gibi bir şeyler görürler, işte italyancada “fichi di fiori-incir çiçeği” denilen baba incirlerdir bunlar.
Çingeneleri hep sevmişimdir. Amerikali zencilerin bir sozu varmış ”Biz güldüğümüz zaman kıçımıza kadar güleriz” diye. Çingeneler de öyle.
Otobüste genc bir çingene kadını da var, elinde çocuğu olmasa genc kız demek daha doğru. Kadın güzel mi güzel, çocuk sümüklü mü, sümüklü. Aklıma Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun mısraları geliyor.
“Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım sacak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.”
Fatih Mika