Akşamüstü kuvvetlenen poyrazın köpüklenen dalgaları, denizi kıyıdan uzaklaştırıyordu. Ben de, bu poyraz ve denizin dalgalarına karışıp, topraktan kopmak istiyordum.
Toprak üzerinde iyi kötü bir yaşamım olmuş. Sevmiş, sevilmiş; aldatmış, aldatılmış; üzmüş, üzülmüş; kavgalar etmiş, yenmiş ve yenilmiştim. Ama, en güzel anlarım, toprak üzerinde değil de denizde olmuştu.
Üzerimde fırtınalar kopmuş, köpüklü dalgalarla boğuşmuş, yazları güneş ve tuzlu su derimi çatlatıp kırıştırmış; kışları buzlu sular ellerimi şişirip morartmış; hiç balık tutamayıp eve aç karnına dönmüş; çok balık tutup satamamış, ama bir şekilde yaşamımı devam ettirmiştim.
Takım sandığını, petromax lüx lambasını, muşambalarımı, yedek benzin bidonunu, bir şişe su, bir ekmek, beyaz peynir ve küçük bir karpuzu başaltına yerleştirdim. İskeleye bağlı tekneyi çözüp; yağmurun, güneşin ve tuzun ova ova beyazlaştırdığı iskele kalaslarını elimle ittim. İskelenin üzerindeki köpeğim Çiko; iskele ile birlikte sanki onu da itmişim gibi alınıp, sırtını bana döndü.
Dümene yekeyi taktım. Dokuz beygirlik Köhler marka motorumun volanına kaytanı dolayıp çektim. Motor pata pata pat çalışmaya başladı. Şaftın ucundaki pervanenin ittiği sular, arkamda küçük girdaplar bırakıyorlardı. Dereden çıkıp, denize açılmaya başladım. Karadan uzaklaştıkça poyraz kendini hissettiriyor, dalgalar gittikçe irileşiyorlardı. Arkamda kıyı belirsizleşiyor, detayları kaybolan tepelerdeki evlerin pencereleri, batan güneşin kırmızı ışıklarını gizli sırlar gibi uzaklara yansıtıyorlardı.
Motoru durdurup, çapari takımını suya bıraktım. Parmağımın ucundaki misina ile değişik sularda istavritleri arıyor, takımı oynatıyor, iskandil dibe vuruncaya kadar misinayı bırakıyordum. Ama tık yoktu, sanki deniz boşalmıştı. Neden sonra, zar zor yirmi-yirmibeş parça istavriti livara atabilmiştim. İstavritin az olması umutlarımı arttırmış, bu akşam çok lüfer tutacağımı düşünmeye başlamıştım.
Motoru çalıştırıp yekenin başına geçtim. Dalgalara göğüs gere gere ilerleyen teknenin başı, bir dalganın üzerinde yükselip, diğer dalganın üzerine kapaklanıyor, teknenin yardığı suları, poyraz bir kırbaç gibi yüzüme çarpıyordu. Kıyıya yaklaşınca, rüzgaraltına girdim. Ortalık biraz sakinleşti. Dokuz-on kulaç sulara gelince demiri suya attım. Demir ipine kalama verdikten sonra, ipi teknenin başına düğümledim.
Sonra takım sandığını açıp bir parça bezi ve civa şişesini elime aldım, bez parçasının üzerine civa serpiştirdim. Civa taneleri bezin kıvrımları arasında koşuşturuyor, birleşip daha büyük taneler oluşturuyor, tekne çalkalandıkça tekrar ayrışıp küçük damlalar haline dönüyorlardı. Zogaları civalarla ova ova parlattım.
Küçük kepçe ile livardan aldığım istavrit çırpınıyor, daha sonra bu çırpınma bitmez tükenmez bir titremeye dönüşüyor, kepçenin ıslak ağlarındaki suları her tarafa sıçratıyordu. İstavriti yem tahtasının üzerine yatırdığım zaman bir iki defa daha çırpınmaya çalıştı, ama üzerine kapanan sol elimin altında yapacağı pek bir şeyi kalmamıştı. İki tarafından kestiğim etleri, iki kanlı yaprak gibi yem tahtasının üzerine, zogaya takılmak üzere koydum. Açık şefaf ağzı, kocaman gözleri, kırmızı solungaçlarının devamında kalan yüzgeç ve kılçıktan ibaret gövdeyi kuyruğundan tutup suya attım. Beyaz bir martı, kendini yükseklerden bırakarak, istavritin kafası ve kılçıklı gövdesinden oluşan akşam yemeğinin üzerine kapaklanıp, sarı gagası ile balık artığını bir çırpıda yutuverdi. Akşam yemeği servisinin devam edip etmeyeceğini merakla bekleyip, teknenin etrafında biraz dolanıp, umudunu kesince uçup uzaklaştı.
Saatler ilerlemeye, kara ile aramıza giren karanlık, şehri benden uzaklaştırmaya başladı. Lüx lambasının camını çıkarıp lüxe yeni bir gömlek takıp pompalamaya başladım. Sonra mavi ispirto ile gömleği yakıp gazyağını açtım. Gömleğin üzerine püsküren gazyağı, uğuldayarak yanmaya başladı. Lüxü teknenin kenarındaki tahtadaki çiviye astım. Simsiyah denizin ortasındaki bu beyaz ışık; küpeştelerin, küreklerin, ağların, oturak tahtasının kenar çizgilerini aydınlatıp, sonra yavaş yavaş siyahın derinliklerinde kayboluyor, küçücük tekne, tek tablolu barok bir tapınağa benziyordu.
Suyun parlayan yüzeyinde, ışığın çekim gücüne kapılıp gelmiş deniz kurtları ve böcekleri oynaşıyor; küçük balıklar karanlıkların içinden bu hayvancıklara saldırılar düzenleyip, tekrar karanlıklarda kayboluyorlardı. Bir camgöz, ışığa bir başından girip, salına salına diğer başından çıkıp kayboldu.
Benim zoganın ucundaki yemi, küçük balıklar bir mors alfabesi gibi didikliyorlardı. Tıkırtılar bitince yem de bitmiş oluyor, oltayı yukarıya çekip zogaya yeni yem takıyordum. Dipten bir kulaç yukarıda beklettiğim oltada, mors alfabesi ile yapılan önemsiz sohbetler devam ediyor ama ciddi bir sohbeti başlatacak lüferler ortalıkta gözükmüyorlardı.
Zaman, teknenin üzerinde çalkalana çalkalana, düşler kura kura geçiyordu. Birden karanlığın içinden, uzaklardan geçmiş bir geminin iri dalgaları çıka geldiler. Tekne her tarafından sallanmaya, içerde ne varsa yerlerini değiştirmeye başladılar. Lüx lambasının gömleği düştü, ortalık karardı. Karanlıklar içinde takım sandığında bir lüx lambası gömleği bulup, lüxe taktım. Lüxün memesini iğne ile açıp, gömleği mavi ispirto ile yaktım, ardından gazyağını açtım. Altı metrelik küçük sandal, tekrar büyük bir tuval gibi canlandı. Yeniden zogaya yem takıp, takımı suya indirdim. Bu defa olta birden ağırlaştı. Lüfere benzemeyen, çuval gibi bir ağırlıktı bu. Herhalde sular döndü, ben demir ipini yakaladım diye düşünerek misinayı ağır ağır yukarı çekmeye başladım. Ağırlık, demir ipinin aksine yavaş yavaş yukarıya doğru geliyor, içimde umutlar yeşeriyor, dokuz kulaçlık misina bitmek tükenmek bilmiyordu. Birden, kırılan ışıkların içinde, balığın tepsi gibi geniş sırtını görüp, kalkan yakaladım diye umutlandım. Misinayı bir kulaç daha yukarı çekip, vatosun ince dikenli kuyruğunu görüp, lanetler okuyarak, misinayı kesip, vatosu zoga ile birlikte denizin dip sularına gönderdim.
Çiğ düşmeye, herşey sırıksıklam olmaya başladı. Üzerime sarı muşambalarımı giyindim. Bir yandan poyraz hızını arttırıyor, tekne dalgalara kafalar atıp bir koç gibi denizin üzerinde bir sağa bir sola geziniyordu. Lüferler ortalıkta yoktu. Son yem, son lüx gömleği, ve son zoga ile son balığı beklerken; birden bire lüx lambasının gömleği düşüverdi. Ortalık tekrar simsiyah oldu. Kendimi, hayat yolunun sonuna gelmiş hissettim. Aklıma, akşam üstü kayıkhaneden ayrılırken düşündüklerim geldi. “Poyraza, denizin dalgalarına karışmak istiyordum”. Sonra köpeğim Çiko’nun dargın yüzü. Çiko herşeyi hissetmişti. Cebimden kemik saplı çakı bıçağımı çıkarıp, demir ipini kesip, tekneyi, içinde kaybolmak istediğim poyraza ve dalgalara bıraktım. Gidip kıçüstündeki ağların üzerine uzandım. Siyah gökyüzü tuvalinin üzerinde yıldızlar geziniyorlardı. Başlarken söz hakkımız olmayan yaşamımızı, istediğimiz zaman bitirme hakkımız olmalıydı.
•••
Büyük bir gürültü ile uyandığımda, şehir üstüme yıkılıyor sandım. Çalkalanan tekne yan yatınca, ağlarla birlikte suya kayıverdim. Ağlara takılan muşambamın düğmesi beni ağır ağlarla birlikte denizin derinliklerine doğru çekiyordu. İçgüdüsel olarak düğmeyi koparıp, sudan ağırlaşmış giysilerimle ağır ağır, bir çöp gibi suyun üzerine çıktım. Ağzım tuzlu su doluydu.Teknenin ıskarmozuna yapışmışım. Diğer elimde ise nasıl nereden bulduğumu anımsayamadığım yırtık hasır şapkam vardı. Yırtık hasır şapkamı, yarısına kadar su dolmuş teknenin içine fırlattım. Teknenin içinde yüzen; takım sandığı, faraş tahtaları ve kovanın arasına o da katıldı. Zar zor tekneye tırmanırken, tekne üzerime kapaklanacak gibi oldu. Denizin sularından, teknenin sularına geçtiğim zaman, hala ne olup bittiğini anlayamamıştım. Kafamı kaldırınca, karanlık bir şehir gibi ağır ağır uzaklaşan, kocaman petrol tankerini gördüm. Hemen, kestiğim demir ipinin ucunu bulup, faraş tahtalarını ve ıslak muşambalarımı bağlayıp suya attım. Geniş yüzeyleri sayesinde su tutan bu nesneler, yüzen bir çapa görevi yapıp, teknenin başını rüzgara çevirip dalgaların tekneyi batırma tehlikesini azalttı. Kovaya yapışıp, teknenin suyunu boşaltmaya başladım. Dalgalar, kova ile boşalttığım suyun bir kısmını tekrar içeri atıyordu. Durum, matematik derslerinde öğretilen havuz hesaplarına benzese de; ortalıkta suyu dolduran ve boşaltan düzenli musluklar yoktu.
Sırılsıklam bir haldeydim. Bitmeyen hayatımın bu oyununu merak etmeye başladım. Şiir gibi bir ölüm düşünmüş, becerememiş, tekrar kavganın gürültünün ayakta kalma mücadelesinin ortasına düşmüştüm. Bu mücadele hoşuma gitti. Böyle bir mücadelenin içinde ölmek kaybetmek değildi.
Karanlık tepelerin ardından gökyüzü ağırmaya başladı. Rüzgar da durmuştu. İleride kara gözüküyordu. Her tarafım sırılsıklam, titreyen bir halde, kürekleri ıskarmozlara takıp, kıyıya doğru gıcırtılarla çekmeye başladım.
Çürüyen yosunların kapladığı kumsalda martı sürüleri uyuyorlardı. Tekneyi renkli çakıl taşlarının üzerine çekerken çıkardığım gürültüden ürküp havalandılar, gökyüzünde papatyalar açmıştı. Sol traftaki iri ahlat ağacının altına gidip kendimi yere yüzükoyun bıraktım.
•••
Kocası, şehir yaşamında çok çalışmış, çok paralar kazanmış, çok yorulmuştu. Dünya’nın ve memleketin gidişatı hiç bir zaman güven vermemiş; kendini hep gerektiğinden fazlasına sahip olmaya zorlamıştı. Bu yaşam tarzından geriye, uyuşturucuya bağlı bir çocuk, yüksek tansiyon ve iki enfarktüs kalmıştı. Karısı onu yaşamı boyunca hiç yalnız bırakmamış, zor günlerinde hep yanında olmuş, ne hayallerle bitirdiği güzel sanatlar akademisi resim bölümünde öğrendiklerini, kocası ve çocuğu arasında koştururken kullanamamış; yağlı boyaları, fırçaları, resim sehpaları, tuvalleri bir dolabın derinliklerinde kaybolmuş, ama o akademi günlerini ve hayallerini unutamamıştı.
Kocası, artık şehirden ayrılıp deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşip, sakin bir hayat yaşamayı önerdiğinde; kocasının, bahçesinde domatesler, biberler, patlıcanlar, yeşil marullar, taze soğanlar, kırmızı turplar, toprağı eşeleyen tavuklar ve horozlar hayalleri arasına o da resim tuvallerini ve boyalarını koymuş, kocasının önerisini hemen kabul etmişti.
Deniz kenarında, yeni gelişen bu kasabada, bahçeli geniş bir ev satın almışlar, bahçeye meyve ağaçları dikmişler ama iri ahlat ağacına dokunmayıp yeşil parlak yaprakları, acı meyveleri ile öylece bırakmışlardı. Kocası bu kasaba yaşamında gençleşmiş, sabahları erkenden kalkıp bahçeye çeki düzen vermeye, yeni fideler ekip, ürünler almaya başlamıştı. Kadının işi zordu. Akademide iyi bir hocanın atölyesine devam edip, iyi bir öğrencisi olmuştu. Şimdi bu balıkçı kasabasında ne resmi yapacağını, yaptıklarının ne işe yarayacağını kestiremeyip şaşırmıştı. Oysa, ondan daha yeteneksiz dönem arkadaşları alıp başlarını ilerlemişler, ülkenin önde gelen sanatçıları olmuşlardı. Kadın, bu arkadaşlarının vardıkları yerden başlayamazdı. Üzerinde büyük bir baskı hissediyor, resmedecek konu bulamıyor, fırçalar elinden kayıyor, tuvaller boya tutmuyorlardı. Bütün gün, bahçede küçücük uğraşlarla mutlu olan kocasını birazda imrenerek izliyor, ama kendisi küçük resimlerle mutlu olamıyacağını biliyordu. Kocası çalışmış çabalamış, kazandıkları ile ailesine iyi bir hayat yaşatmış ve en sonunda çabalarının bir sonucu olarak aileye böyle huzurlu bir yaşam olanağı sunmuştu. Oysa kadının yaşamı, ev hayatı içinde bir gölge gibi geçmiş, tek oğlunu doğru dürüst yetiştirememe duygusu altında ezilmiş, hatta babadan kalan mirası kocasının iş hayatı içinde eriyip gitmiş, ortalıkta görünen hiçbir şeyin altında imzası olmamıştı. Şimdi böyle bir imzayı yakalamaya çalışıyor, ama kaybettiği zaman buna izin vermiyordu.
Güzel bir ekim ayıydı. Bahçedeki ağaçların yaprakları yavaş yavaş sararmaya ve dökülmeye başlamışlar; domatesler, biberler, patlıcanlar kurumuş; çitlerin kenarındaki krizantemler renk renk çiçeklenmişlerdi. Kocası, kuruyan bitkileri söküp çıkarıyor, toprağı belleyip havalandırıyor, açtığı yeni arklara taze soğan, kıvırcık marul, turp, lahana ve pırasa ekiyordu. Kadın da kuru bitkileri ve yaprakları toplayıp ahlat ağacının altında yaktı. İri alevlerle yanan ateşten gri dumanlar yükselirken, kadının içinden bu dumanlarla, şehirdeki akademi günlerindeki arkadaşlarıyla konuşmak, derdini anlatmak geçti. Renk renk boyalarla anlatamadıklarını bu kocaman gri dumanlarla nasıl anlatırdı ki?
Gidip ahlat ağacına yaslanıp, başkalarına anlatabileceği bir şeyler düşünmeye başladı. Aklına hiç bir şey gelmiyor, kime ne anlatacağını bilemiyordu. İçinden ağlamak geliyor, ama yaşamından mutlu olan kocasını üzmek istemiyordu. Gözleri yaşardı. Ayağa kalkıp, eve doğru yürüdü. Kapıdan içeriye adımını atınca kendini tutamayıp boşaldı. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. Banyoya girip, sırtından beyaz gömleğini çıkarıp askıya astı. Tam duşa girecekti ki, bir zamanların o güzel vücudu ile aynada yüzyüze geldi. Kilolar almış, göğüsleri sarkmış, yüzü kırışmış, saçları ağarmış; bütün bunların karşılığında zengin bir evin şımarık bir köpeği gibi sadece yaşamış; yaşamına bir anlam katamamıştı. Birden gözüne, askıdaki, isli ahlat ağacına yaslandığında kirlettiği, beyaz gömleği takıldı. Bu gömleğin üzerinde harfler ve bir hayat hikayesi basılmıştı. Aynanın karşısında öylece kalıp yukarıdaki satırları okumaya başladı. Sonra koşup ahlat ağacının gövdesine gitti. Ahlat ağacına kazınmış hikayenin devamını buldu.
Gerçek hikayeler, soyunarak yaşanılanlardan ve soyunarak okunanlardan ibaretti. Eğer, bu hikayenin devamını merak ederseniz, gidip o ahlat ağacının altında bir ateş yakın. Beyaz gömleğinizle ahlat ağacının gövdesine yaslanın. Sonra bir aynanın karşında soyunup kendi öykünüzü tersten, gömleğinizin üzerindeki balıkçının öyküsünün devamını düz olarak okuyun.
Fatih Mika
8 Ağustos Ischia