Ne zaman pazara gitsem kırmızı domateslerin, yeşil marulların, sarı kavunların, alacalı karpuzların arasında sanatı da düşünürüm. Bir sanatçı duyarlılğı ile düzenlemiş tezgahlar, bana içinde yaşadığımız dünyanın sırlarını da fısıldarlar. Toprağa düşmeden önce tohum, sonra topraktaki incecik fide halleri, birgün soframıza sebze ve meyvalar halinde gelmelerine kadar süren maceralarının sırlarıdır bunlar.
Elbette “bir zamanların” meyvalarına, sebzelerine benzemeyen bu ürünler iyi ve kötü yanları ile çağımızı ve onun sırlarını yansıtıyorlar. Tıpkı, bir zamanların sanatına benzemeyen günümüz sanatı gibi.
Bilimsel araştırmaların sonuçları; yediklerimizi, içtiklerimizi, yaşam biçimimizi etkiliyorlar. Daha henüz neyin ne olduğunu anlayamadan, çoğu zaman nereden nasıl geldiklerini tartışma fırsatı bile bulamadan, onlarsız yaşayamaz hale geliyoruz. Tıpkı sanatta olduğu gibi.
RAI TRE’nin “Report” adlı araştırmacı TV gazeteciliği yapan programında “süt” konusunu ele almışlardı. Ekranda fabrika havasında bir çiftlik, ön planda bilimin son harikası, memeleri bidon gibi kocaman alacalı sağmal inekler. Gazeteci, çiftliğin sahipleri süt üreticisi karı-koca ile konuşuyor:
- Bu inekler günde ortalam 64 litre süt veriyorlar. Günümüz teknolojisi bu hayvanları bu iş için yarattı. Bu ineklerin sorunu, bu süt verme sürelerinin, yani kariyerlerinin sadece iki yıl sürmesi. Bu iki yıllık ağır üretimden, bu üretim sırasında bünyelerine aldıkları ilaçlar yüzünden iki yıl sonra zaten hamile bile kalamıyorlar, böylece bir mezbahada kariyerlerine son veriliyor. Ama başka türlü bir üretim ile piyasada rekabet etme şansımız yok. Daha önce ineklerin memelerine makinaları takmak için işçi çalıştırıyorduk. Şimdi yeni makinalar aldık, inekleri insan eli değmeden bu makinalar sağıyorlar. Böylece işçilerden, sendikal sorunlardan da kurtulmuş olduk.
Daha sonra içine sütü paketleyen firmanın esansı (bu süt ile büyüyen çocuklar başka bir kokuda ki sütü içemesinler diye) da katılarak bu sütler soframıza geliyorlar. Süt ile yapılan bütün ürünlere bu ilaçlar, kimyasallar karışıyor.
Bir yakınım beni arıyor. “Udine’de ki bir firmadan makinalar satın almak istiyoruz, bir araştırır mısın?” diyor. Makinalar su içinde üretilen bitkileri biçmek için yapılmışlar. Su içinde büyüyen bitkiler deyince aklınıza sakın yosun türü şeyler gelmesin. Artık toprağa değmeden sadece suların içinde yetişen ürünler; maydonoz, nane, dere otu, roka, tere.
Meyveleri de daha olgunlaşmadan depolara koyuyorlar. Meyvalar nakliye için, içinde ısıtma sistemleri olan tırlara konuyor. TIR-ların ısıtma sistemleri gidecekleri mesafeye göre ayarlanarak meyvalar yollarda olgunlaştırılıyorlar. Birçok meyvanın, çocukluğumuzun meyvalarına benzememelerinin nedeni bu.
Elbette sanatı bu ilişkilerin dışında tutmak olanaksız. Deli tablolar, deli danalar gibi başlarını sallamasalar da, bu deli sanat eserlerinin aramızda olmadığının kanıtı değil. Tam tersi günümüzün belirleyici sanatı bu.
Aslında bu konuyu, tek tek sanatçıları ve onların sanat öyküleri ile birlikte anlatmak gerekir. Burjuvazimizin, politik yaşamımızın, demokrasimizin öyküsü ve Dünya ile ilişkileriyle birlikte ve iç içe.
İşte, çoğu zaman, küçücük çocuğunuzun yaptığı bir resim, bir “Usta”nınkinden daha samimi, içten ve sağlıklıdır. Tıpkı bahçede yetiştirdiğiniz iki kök domatesin, marketten aldıklarınızdan daha lezzetli, daha sağlıklı olması gibi.
Fatih Mika