“Şair «küçük tanrı» değildir. Hayır, «küçük tanrı» değildir. Farklı görev ve işler yapan insanlardan daha gizemli iş için seçilmemiştir. Sıkça söylediğim gibi, en iyi şair günlük ekmeğimizi veren adamdır: tanrı olduğunu düşünmeyen mahalle fırıncısı.” Pablo Neruda’nın Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmadan
Yağmurlu bir kış günü, su birikintilerinin, çamurların arasından, titrek miyav sesleri ile kucağınıza alıp eve getirip büyüttüğünüz bu sokak kedisi yavrusunu bugün bile düşünürken gözleriniz yaşarıyor.
Bir tabağa koyduğunuz süte korka korka ilk dokunuşu, minicik pembe diliyle beyaz sütü dalgalandırarak şapır şapır içişi; kömür sobasının yanında hırıldıyarak huzurla uyuyuşu; yün yumaklarının peşinden koşuşu; pencerenin önündeki kırmızı sardunyaların arasında siyah-beyaz bir gazetenin ciddiliği ile evden, komşulardan, mahalleden, memleketten ve dünyadan bütün haberleri, dedikoduları biliyormuş ama söylemiyormuş gibi duruşu; mart aylarında evlerin çatılarındaki kiremitlerin üzerinde aşk maceraları peşinde koşarken, eve “huzur ve neşe” getirmeyi unutuşu. Hatta böyle bir aşk macerası sırasında “aşkın olmayacak duaya amin demek” olduğunu bilemeyip, kafayı kaybedip, sağına soluna bakmadan yolu geçerken, bir otombilin siyah tozlu lastiğinin altında kalıp ölüşü.
Evde beslenen hayvanları satan bir dükkana götürüp “Bu kedi kaç para eder?” diye sorsanız; sizinle, satıcıdan önce,dükkandaki uzun tüylü İran, mavi gözlü Siyam kedileri alay ederler. Ama sizin kedinizin değeri, sadece para mıdır?
Günlerce aylarca üzerinde çalıştığımız bir gravürün, bir resimin, bir heykelin altını imzaladıktan sonra bu işinizin değerini kim nasıl belirleyecek?
Elbette, bir sanat ürünün değerini belirleyen birden fazla neden olmalı. Ama bunlardan ikisi üzerinde durmaya ve konuşmaya değer. Sanat ürününün ticari değeri ve sanat ürünün estetik değeri.
Nesnel kuralların ve bu kuralların işlerliğinin pek olmadığı görsel sanatlar ortamında
erk-in; sanatçılar, sanat eleştirmenleri, akademiler, galericiler, müzeler, koleksiyoncular arasında bölüştürülmesi sanat ürünlerinin değerlerinin belirlenmesini kolaylaştırır.
Bu çok seslilik hem ortamın demokratikleşmesini sağlar, hem de
erk-in yanlış yapma riskini azaltır. Örneğin bir sanatçının hem galerici, hem eleştirmen, hem akademisyen, hem müze yöneticisi olması; tıpkı bir ülkede parlamentonun, yargının, basının tek bir kişi tarafından yönetilmesine benzer.
Bir sanat ürününün değerini belirlemek sadece galericilere kalırsa; bir müddet sonra “satılmayan şey, sanat ürünü değildir.” sonucuna ulaşılır.
Bir sanat ürününün değerini belirlemek sadece sanatçılara kalırsa; buradan “Ben istediğimi yaparım, sizler kabul etmek zorundasınız.” sonucuna ulaşılır.
Bir sanat ürününün değerini belirlemek sadece koleksiyonculara kalırsa; bu, sanat ürününün değerini sadece parası olanların belirlemesini sağlar. Örneğin; edebiyatta sabıkalı, ekonomide sabıkalı, demokraside sabıkalı, politikada sabıkalı, çevre sorunlarında sabıkalı bir burjuvazinin görsel sanatlarda ya da sanatın diğer alanlarından birinde son sözü söylemesi, belirleyici güç olması çok tehlikelidir. (Hani içimden “keşke sanatta yanılsalar da ötekilerde yanılmasalar” demek geçmiyor değil.)
Bir sanat ürününün değerini belirlemek sadece eleştirmenlere kalırsa, onların öznel tercihleri karşımıza nesnel sanatsal değerlermiş gibi çıkabilirler.
Bir sanat ürününün değerini belirlemek sadece akademik kurumlara kalırsa, sanata yeni tadların, yeni bakış açılarının girmesi zorlaşır. Akademik kurumların görevi, sanatın bütün alanlarında yeni sanatçıların ortaya çıkmasını sağlayacak koşulları yaratmak, araştımalar yapmak ve yetiştirdiği öğrenciler sayesinde geniş kitleler içinde sanatsal bilgi ve kültürün yayılmasını, piramidin altının genişlemesini sağlamaktır. Bu kurumlarda çalışanlar, akademileri bitiren her öğrencinin sanatçı olamayacağını elbette bilirler. Ama şunu da çok iyi bilmelidirler ki:
Akademileri bitiren her öğrenci, yeni sanatçılar yetiştirebilecek bilgi ve donanımda olmalıdır.
Son İtalya Kralı’nın oğlu “Prens Emanuele Filiberto” çok bayrak, çok din, çok futbol (Sahneye İtalyan Milli Futbol Takımı’nın teknik direktörü ile çıktılar.) ama çok az müzik kokan bir şarkı ve kimbilir hangi ilişkilerle bu yıl Sanremo Şarkı Festivali’ne katıldı. “Prens Emanuele Filiberto” ve arkadaşlarının halk oylamasında aldığı yüksek oy, orkestradaki müzisyenleri çileden çıkarttı. Müzisyenler durumu, şarkının notalarını buruşturup sahneye atarak protesto ettiler.
http://www.youtube.com/watch?v=xYZGE26ZR_c&feature=related Bu, bir sanat ürününün değerinin belirlenmesinde erkin, sanatın farklı kesimlerine dağıtılmış olmasının, zararın bir yerinden dönülebileceğini ne kadar güzel gösteriyor.
•••
Bedri Rahmi hastahanede yatarken ünlü bir yazarımız ziyaretine gider ve kendisinden resim almak istediğini söyler. Cimriliği ile de ünlü olan yazarımız odadan çıktıktan sonra, Bedri Rahmi yanındakilere dönüp “Demek ben kansere yakalandım.” der. (Bedri Rahmi sahiden kansermiş ve hastalığı kendisinden gizleniyormuş.) Bir sanatçının resimlerinin fiyatlarının hasta ya da ölüyor olduğu için artması o santçının resimlerinin estetik değerini elbette değiştiremez.
•••
“hayranım felemenk ressamlarına:
süt ve sucuk tacirlerinin
tombul madamlarına
kolay mı üryan bir ilahe edası vermek?
lakin
isterse ipekli don giyinsin
inek + ipekli don = inek.
Nazım Hikmet “
Fatih Mika