Mavi gökyüzüne beyaz çarşaflar gibi serilmiş bulutların altındaki kırmızı çatıda seni ilk gördüğüm anı hala kalbim çarparak hatırlarım. Mercan rengindeki ayakların, yumuşak pembe gagan, yeni bir tuval davetkarlığına sahip süt beyaz tüylerinin içindeki bir “ben” gibi siyah gözlerin. Huzur veren yuvarlak çizgilerin, istesen seni benden uzaklara götürebilecek beyaz telekli kanatların.
Dikkatini çekmek için gursağımı şişirip, kuyruğumu yelpaze gibi açıp, kanatlarımı iki yanıma sarkıtarak heybetli bir şekilde kendi etrafımda döne döne sana kur yapışım. Sonra senin göz kırparak, kanadını hafif hafif sallayarak beni kabul edişin. Beni kabul ettiğine bir türlü inanamayan ben aşık çocuğun, sevinçten kanatlarımı çırpa çırpa havalanışım. Kalbim küt küt atıyordu. Neden sonra senin de benimle birlikte havalanıp yanımda uçtuğunu farkettim. Gölün sularının aynası içindeki suretimizde birbirimize ne kadar yakışıyorduk.
Kümese döndüğümüzde bizim evimiz olacak bir folluğu telaşla arayışımız. Kimsenin beğenip işgal etmediği çatının hemen altındaki sağ üst köşeyi bir saray duygusu ile kabullenişimiz. Şimdi o günleri hatırladığımda içim burkulur. Aşk insanı ne güzel körleştirirmiş diye düşünürüm. Sonra çalı çırpı toplayarak acele ile yaptığımız ilk yuvamız, çakıl taşı gibi bir çift yumurtamız, onsekiz gün sabırla nöbetleşe nöbetleşe yumurtaları örtüşümüz, sonra yumurtalardan çıkan, bizim hayranlıktan bakmaya kıyamadığımız dünya çirkini yavrularımız. Dünya çirkini yavrularımızın kursaklarını buğdaylarla dolduruşumuz, onların ilk diken tüyleri, sonra bize benzeyen güzel güvercinler olmaları. Yuvadan yere ilk atlayışları, karşı çatıya ilk çıkışları, kümesin üzerinde ilk tur atışları, sonra ailecek gökyüzüne bulutları ziyarete gidişimiz. Evimizi kaybetmemek için şehrimizin camilerini, gölü, gölü denize bağlayan dereyi, parke fabrikasının yüksek bacasını kerteriz alışımız.
Sonra yorgun, ama sevinçle evimize dönüp nefes borularımızı titreterek soluk soluğa nefes alışımız.
Ağustosun sonlarına doğru kışlık temiz tüylerimize bürünmeye başlamıştık. Şehrimizin üzerinden leylekler geçiyordu. Sonra atmacalar, şahinler. Şahinler beş arkadaşımızı çalıp götürdüler, kırmızı kanlı tüyleri yavaş yavaş şehrin üzerine düştü. Bizler hem çok korktuk, hem çok üzüldük. Şahinlerden kaçarken kendimizi ağaçların dallarına, evlerin camlarına vurduk.
Sonra gündöndüleri hasat ettiler, ardından bağbozumu. Şehrin üzerinden göçmen kuşların geçidi devam ediyordu. Boğaz’da ilk çingene palamudu ağlara vurdu. Göle ilk ördekler geldi. Ağaçların yaprakları toprak renklerine büründüler. Bahçeler, ağaçların bu toprak renkli yaprakları ile kaplandı. Poyrazların kuru ağaçların dallarına ıslıklar çaldırdığı bir gün, Bay Eziyet gelip kümesi bir tel örgü ile ikiye ayırdı. Dişi güvercinleri tel örgünün bir tarafına, erkekleri bir tarafına koydu. Yuvalar, folluklar karışmış, kümesteki dengeler bozulmuş, hepimizi sinirli bir hal almıştı. Üstelik ilk defa birbirimizden ayrılıyorduk. Artık aylarca kanat kanata yatamayacak. Birbirimizin tüylerini okşayamayacak, gökyüzüne birlikte çıkıp kanatlarımızı çat çat vurduktan sonra kayık yapıp süzülemeyecektik. Soğuklar ruh halimizi daha da karartıyor, neyse kısa kış günleri bu eziyeti biraz olsun azaltıyordu.
Biz mavi göllerin, yeşil buğday tarlalarının, sarı kamışların, kırmızı damlı evlerin üzerinde çok uçmuştuk. Ben seninle beyaz karla kaplı şehrin üzerinde de uçmayı arzuluyor, heryerin bembeyaz olduğu şehrin üzerinde, evimizi bulamayıp, yeni bir ülkede yeni bir ev kurup yeni hayatlar yaşama oyunu oynamayı istiyordum.
Karla kaplı şehrimizi hiç göremedik. Yeni bir ülkede yeni bir ev kurup, yeni hayatlar yaşama oyununu oynayamadık.
Tekrar günler uzamaya, havalar yavaş yavaş ısınmaya başladı.
ben seni uzaktan öylece izler
senin için ağıtlar yakarken
seni sevmek varken
bu aşk için ölmekten korkarken
Bay Eziyet gelip kümesi ikiye ayıran teli söktü. Tozlu duvardaki takvimde 14 şubat yazıyordu.
Fatih Mika
22 Subat 2008 Roma