Ambra sabahları okula gitmek için evden çıktıktan iki dakika sonra telefonum çalarsa; telefon edenin Ambra olduğunu ve mutlaka evde bir şey unuttuğunu anlarım. Ortaokulda okurken atölyemin onun okulu ile komşu olması sorunu çözmemi kolaylaştırıyordu.
Bu sabah, telefonum çalınca “aman tanrım” demekten kendimi alamadım. Çünkü, okulu oldukca uzakta.
Neyse ki, bu okul yılı yapılan ilk istek idi. Unuttuğu dosyasını ve kalemlerini alıp okula götürdüm. Bu guzel sonbahar günü, yaz güneşine benzemeyen, insana yukardan değil de egilerek bakan, ısıtmasa bile; binaları, ağaçları, tramvayları, yüzlerimizi aydınlatan bu güneşli günde Roma’ya da baslamış oldum.
İlkokulu da neredeyse Coleseum’un bahçesinde okuyan Ambra, liseyi okumak için yine aynı semte döndü. Çektiği fotoğraflardan; sınıfının penceresinden Coleseum’u, antik Roma harabelerini ve bütün yolların çıktığı Roma’nın merkezi Campidoglio’yu gördüğü anlaşılıyor.
Ben, Coleseum’un önündeki duraktan otobüse binip eve dönerken; belediyenin saksılara diktiği sapsarı açmış kasımpatlarını seyrediyorum. Birden aklıma, sıcak bir yaz günü bu kasımpatların çiçeklerine benzeyen üç beş sarı çiçek açan bir kaktüsüm aklıma geliyor. O kaktüsün çiçeklerinin beni; şimdi, çiçeklerinin çokluğundan yaprakları bile gözükmeyen kasımpatlarından daha fazla heyacanlandırdığını anımsıyorum. Tıpkı her akşam eve sarhoş donen bir kocanın, bir gün ayık dönerek karısını mutlu etmesi gibi. Belki de insan, dikenler içinde, yapraksız, dalsız, yere enlemesine serilmiş bu bitkiden böyle çiçekler beklemiyor.
Birden otobüsten inip, sanat malzemesi satan bir dükkana gidiyor, fakat aradıgım ölçülerde bir dosyayı bulamadan dükkandan çıkıyorum. Tam Dante Meydanı’ndaki postahanenin önünden geçerken, aklıma elektirik faturasını yatırmak geliyor. Sıra numarası veren makinanın düğmesine basıp, seksendort yazan sıra biletimi alıp, beklemeye başlıyorum. Onümde beklemem gereken tam otuzbeş kişi var. Simdi, ağırlıklı olarak yabancıların yaşadıgı bu eski semtimizin insanlarını süzerken birden Andrea’nın annesini görüyorum.
Andrea, Ambra’nin ana okulundan bir yaş büyük bir arkadaşı. Andrea’yı sabahları ana okuluna kıvırcık beyaz saçlı dedesi getirip, akşamüstüleri ana okulundan yine o alıyor. Günlerin kısa olduğu mevsimlerde Dante Meydanı’ndaki parkta karşılaşıp sohbet ediyor, o torununun, ben kızımın salıncagını; zincirlerin söylediği gıcırtılı, çocuksu, neseli sarkılarla itiyor; onlarla sevgilerimizi paylaşıyoruz. Havalar ısınıp günler uzayınca Coleseum’un yanındaki Colle Oppio Parkı’na gidiyoruz. Andrea’nın dedesi parktaki yaşlı arkadaşları ile sohbeti koyulaştırınca Andrea’yı unutuyor; sonra bütün çocuk bakıcıları, anneler, babalar, dedeler, anneane ve babaanneler; av köpekleri gibi parka yayılıp; lükstürümlerden, gül fidanlarından oluşan labirentlerin içinde telaşla Andrea’yı arıyoruz.
Andrea bir türlü kaçıp kurtulamıyor, her defasında onu buluyoruz.
Birgün, Colle Oppio Parkı’ndan hep kaçmak isteyen Andrea’nın kan kanserinden kaçamadığını öğreniyorum. Yaşamını yitirmeden önceki son isteklerinden olsa gerek; Andrea’nın parlak siyah tüylü, kırmızı tasmalı bir köpeği oluyor. Bizim küçük çocuklara olan sevgimizin aynısını parlak siyah tüylü köpeğine gostererek; hasta ve yorgun haliyle okulun kapısına kadar birlikte geliyorlar. Birgün okuldaki küçücük arkadaşlarının gözyaşlarından sahneden çekildiğini anlıyorum.
Oysa, semtin bir köşesinde ne zaman dedesini yada annesini parlak siyah tüylü, kırmızı tasmalı köpeği gezdirirken görsem; bugun oldugu gibi Andrea ve bütün bunlar aklıma geliveriyor.
Fatih Mika