Misafirliğimin bu son sabahında, geniş pencerenin önünde oturmuş kahvemi içiyorum. Dışarda fırtına, palmiyeleri yağmurlarla kırbaçlıyor. Palmiyeler, çocuklar gibi çaresiz, ellerini kaldırarak, adeta elleri ile vücutlarını örterek bu dayaktan kurtulmaya çalışıyorlar. İleride İzmir Körfezi var. Gri bulutların ezdiği Körfez’de beyaz bir vapur, rüzgara yenik düşmeden yol alabilmek için zig zaglar çizerek ilerliyor.
Şimdi, yola çıkmanın tam zamanıymış gibi, odama dönüp son eşyalarımı bavuluma yerleştiriyorum. Hiç biri itiraz etmeyip bavulun derinliğinde kayboluyorlar. Ama içimde, benimle birlikte götüremediklerimin boşluğu var, sanki İzmir’de bir şeyler bırakıyorum.
Şöföre bir yerden baklava almak istediğimi söylüyorum. Şöför, söylediğimi unutmuş gibi otombilin silecekleri ile yarış edercesine hızlı hızlı gidiyor. Şehrin dükkanlarla dolu caddesi bitti bitecek derken, bir pastahanenin önüne yanaşıyoruz. Baklavaları alıp otombile dönüyorum.
Birden şehir bitiyor. Ege’nin kışı tanımayan toprağı, ağaçları, otları; yağmurla, gri bulutlarla hem görsel hem de fiziksel olarak sevişiyor. Ben de; kendimi, uçağımı, karakış yolculuklarımı, günlük dertlerimi unutup şiirler yazmak, bulutların arasında sibeli aramaya çıkmak, sırıl sıklam olmak istiyorum.
Havaalanın sakin yüzü, beni de sakinleştiriyor. Başka şehirlerde ki, daha da kötü hava koşulları, gelecek ve gidecek uçakları geciktiriyor. Birden siyah saçlı bir küçük çocuk, kocaman siyah gözleri yaşlarla dolu, iç çeke çeke “Anne ne olur uçağa binmeyelim.” diye ağlamaya başlıyor.
Yeşilköy Havaalanı’na varış saatimiz ile benim Roma’ya hareket saatim arasında nerede ise fark kalmıyor. İç hatlar ile dış hatlar arasındaki mesafenin ne kadar zaman aldığının hesabını daha önce yapmamış olmama kızıyorum. Uçakta, uçağımın kalkacağı kapı numarasının anons edilmesi içimi biraz rahatlatıyor. Fakat, kan ter içinde 310 nolu kapının önüne gelince, bunun hiç bir işe yaramadığını anlıyorum. Uçağın kalkışının her ertelenmesinde kapı numaraları da değişiyor. Ben kolumun altında paltom, elimde çantam, baklavalar ve Mehtap için aldığım bir dolu gazete ile o kapıdan o kapıya koşturuyorum.
•••
Kendimi böyle bir kapının önünde, banklardan birine atıp, çantalarımı sağa sola yerleştirip, etrafıma bakınmaya başlıyorum. Yan tarafımdaki genç kız, hiç de mecbur olmamasına rağmen, sevgilisine derdini argo kelimelerle anlatıyor. Karşımda, masaj makinası tanıtımı yapan bir bölüm var. Bir genç kadın ve erkeğin, tanıtımını yapmaya çalıştıkları masaj makinasını, üç pisten sadece teki çalışan, uçakların gidiş ve gelişlerindeki gecikmelerin saatleri aştığı ya da uçuşların ertelendiği bu günde pazarlamak kolay değil. Ama büyükçe bir ekran, makinanın nasıl çalıştığını anlatıp duruyor. Ben birden havaalanın yüksek camlarının kenarında bol ışıkta keyiften kırmızı yaprakları ile yanmış tutuşmuş, bu soğuk kış gününde çiçekler açmış, kumlu begonyayı görüp dalıyorum.
Annemin, ilk dalını nereden, kimden aldığını bilmediğim bu kumlu begonya, Küçükçekmece’deki evimizin balkon kapısının yanında büyükçe bir saksıda dururdu. Sabah ve akşam güneşi aldığı bu ışıklı odada mutlu, her yıl komşulara hediye edilen sürgünler verir, salkım salkım buzlu kırmızı çiçekler açardı. Ben bu ekşimsi çiçekleri yerdim. Nerede ise tavana kadar yükselen bu begonyanın yanında, yeşil kanaryam Yunus şarkılar söylerdi. Ben sabahları bu balkon kapısından gizlice kaçıp tarlalara, kırlara kuş tutmaya gider, sonra eve herkesin çıktığı normal kapıdan; cebime sakladığım, küçücük yüreklerimizin korkulu atışlarının birbirlerine karıştığı kuşlarla girerdim. Kuşları çatı arasındaki kafeslere yerleştirir, yemlerini sularını tazeler, alt kata azarlar işitmeye inerdim. Bu azarlar, kızmalar benim maceralarımın tadını o an için kaçırsalar da benim maceralarımı engelleyemezlerdi.
Dalıp gitmişim işte.
Birden masaj makinasının tanıtımını yapan bölümdeki genç kadınla göz göze geldik. Kadın, bana gülümsedi. O gözlerdeki pırıltıdan, o gözlerdeki davetkarlıktan cesaret alıp, ben de bu beyaz tenli, siyah saçlı genç kadına gülümsedim. Bu gülümseyen gözlerde, ondan isteyeceğim her şeyi bana sunacak bir yumuşaklık hissetim. Hemen oturduğum banktan kalkıp kadına yaklaşıp, arkasındaki saksıdaki kumlu begonyayı gösterip:
- Bu begonyadan bir dal alabilir miyim.
•••
Kendimi böyle bir kapının önünde ki banklardan birine atıp çantalarımı sağa sola yerleştirip etrafıma bakmaya başlıyorum. Yan tarafımda ki genç kız hiç de mecbur olmamasına rağmen sevgilisi ile argo kelimelerle konuşuyor. Karşımdaki bölümde, genç bir kadın ve erkek bir masaj makinasının tanıtımını yapıyorlar. Birden kadın çok dikkatimi çekiyor. Bütün güzelliğini gösterip beğenileceği bu kalabalık arasında olmak yerine, şehrin varoşlarında, damlarda güvercinlerin peşinden koşmak istiyor gibi bir hali var. Ben de onunla damlara çıkıp rengarenk güvercinler uçurmak; basma entariler gibi yeşil tarlaların, kırmızı gelincikleri arasında onunla saklanmak; kılçıklı buğdayların başakları ile tuvaller boyamak; sabırla düğüm düğüm atılmış danteller gibi bakır kalıplar kazımak; bu dantelli bakır kalıpları beyaz kağıtlara basmak; bilmediğim şehirlere, bilmediğim ülkelere uzun yolculuklar yapmak; kelimelerin bitmediği, zamanın yetmediği, içinde umutlar ve yaşam olan sohbetler etmek; sıcak vücuduna sarılmak istiyorum. Genç kadının kırmızı dudakları gülümsüyor. Bana arkasındaki kumlu begonyayı gösterip:
- Ne zamandan beri bu kumlu begonyaya bakıyorsunuz, isterseniz alın onu, nasılsa yarın burası yeniden düzenlenecek, yeni çiçekler getirecekler.
Fatih Mika
Roma, Şubat 2010