Tezgahın üzerine enlemesine uzanmış, kenarları eğri taşın
üzerine karborundum dökmüş, buğday
öğüten bir köylü kadın gibi elimdeki diski döndürüyorum. İnce cam kumları taşın
üzerindeki eski hatıraları bir daha geri dönemeyecek şekilde siliyorlar.
İşte, yeni bir taş-baskıya başlamak için eskisini yok etmek gerekiyor.
Daha önce sizi heyecanlandıran, yatağınızda uykularınızı kaçıran, milim milim kurup
yaşadığınız bu görsel öykü, elinizin altında eriyip gidiyor. Bir yandan yeni
görsel öykülerinizin kurgularıyla titreşirken, iki taşın sürtünmesinden çıkan
tek düze hışırtılar kulağınıza eğilip, birgün sizin de silineceğinizi
söylüyorlar.
Roma Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki atölyemin yanındaki
taş-baskı atölyesinden aynı hışırtıları duyuyorum. Bulla’nın öğrencileri
taşları temizliyorlar. Bulla, eski Romalı esnafların aksanı, espirileri ve neredeyse
ikiyüz yıllık aile geleneği ile öğrencilerine taş-baskı öğretiyor. Bulla’nın
espirilerini duymasam da, koridora fırlayan kız öğrencilerin kırmızı yüzleri
ile katıla katıla iki büklüm kırılmalarından, içeride söylenenleri tahmin
edebiliyorum.
Sonra birden kireçli ıslak taşlardan kirlenmiş önlüğü ile Bulla
geliyor yanıma: “Fatih bana bir bardak çay.” diyor, üstelik Datça’daki
komşusundan öğrendiği Türkçesi ile. Ben sadece 12 Eylüle uzanan kısacık sanat geçmişimle,
15. yüzyılda kurulmuş bir akademinin yüzlerce yıllık presleri, ağır ve
esrarengiz mürekkep kokuları arasında Romolo Bulla ile çay içiyorum.