Tarlaların arasında, tarla kokularını henüz kaybetmemiş yeni parsellenmiş arsaların bitişiğine kurulmuş Yeşil Yuva İlk Okulu’na büyük harfle başlayan sanatın girebilmesi öyle kolay değildi. Sait Faik, Türkçe kitabımızda ki “Karanfiller ve Domates Suyu” adlı öyküsü ile bunu becermiş, küçücük hafızama yerleşmişti. O günlerden aklımda kalan diğer sanatsal olay: Okul müdürümüz Ahmet Çetinkaya’nın önderliğinde bakır leğenler, toz kumaş boyaları, zeytinyağlar, sular ve kağıtlarla yapmaya çalıştığımız “ebrular” idi. Bütün başarısızlığına rağmen, suların üzerindeki renk oyunlarını unutamadım. Bu ebru deneyini de hafızama yerleştirmiş olmalıyım.
Aksanat’ın düzenlediği bir ebru sergisinin kataloğu elime geçince çok heyecanlanmıştım. Bu katalogta ebru ile ilgili bilgiler ve bu işi sahiden yapan sanatçıların ebruları ve isimleri vardı. Mustafa Düzgünman bu isimler arasında idi.
Boğazın dalgalarının değdiği, ıslak tuzlu halatların gıcırtılarla vapurları iskelelerde zaptetmeye çalıştığı, İstanbul’un eski havasının solunduğu, camileriyle, güvercinlerinin kanat sesleriyle, şarkılarıyla, tekkeleri ile gizemli bir semt olan Üsküdar’a gidip Mustafa Düzgünman’ı küçücük aktar dükkanında bulup kendisine ebru sanatını öğrenmek istediğimi söyledim. Bana ebru sanatı hakkında söylenebilecek en kötü şeyleri söyledi. Başımı eğip, kuyruğumu bacaklarımın arasına alıp dükkandan uzaklaştım. Üsküdar’ın adının kalkanlardan geldiğini, babamın ilkokula başladığı İşkodra ile aynı ada sahip olduğunu bilseydim, kılıçlarımı biler kalkanların üzerine üzerine giderdim.
İzmir’de Güzelyalı Kültür Merkezi’nde açtığım son sergim sırasında Aynur, beni Roma’dan arayıp ebru sanatçısı olan bir arkadaşının telefonunu verdi. Nuri Pınar’ı hemen aradım. Atölyesinde buluşmak üzere sözleştik. Nuri Pınar’ın atölyesine girer girmez Berna’nın gözlerinin içi pırıldamaya başladı. Herhalde sığır ödü ile karıştırılmış toprak tozları, içinde doğmak ve ölmek istediği renklerle yeni dünyalar yaratabileceğini fısıldamışlardı ruhuna. Hemen teknelere kitreler konuldu, Berna renkleri seçiyor. Suyun üzerine atılan her boya, tıpkı kaderlerimiz gibi aklımıza getiremediğimiz oyunları oynuyorlar, birbirlerine karışmıyor gibi gözükseler de teknenin diğer ucundaki bir damla diğer köşedeki rengi sıkıştırıp, biraz önceki düzeni bozuyor, başka düzenlere geçiriyor. En sonunda suyun üzerindeki oyun bir anda kağıdın üzerine sabitleniyor.
İlk heyecanınız geçtikten sonra yaptığınızı unutup, yeni oyunlar oynamak, yeni kaderler kurmak; yeniden başlamak için, kalbiniz durmak, aklınız unutmak istiyor.
Nuri Pınar’a ebruya nasıl başladığını soruyorum. O da Aksanat’ın yayınladığı Ebru sergisinin kataloğunu görmüş. O da Üsküdar’da ki küçücük aktar dükkanında Mustafa Düzgünman’ı bulmuş. Mustafa Düzgünman, Nuri Pınar’a da bana davrandığı gibi davranmış. Nuri Pınar bir yıl sonra tekrar dönmüş Mustafa Düzgünman’ın aktar dükkanına, ama nafile. En sonunda kendi çabaları ile bir şeyler yapmaya çalışmış. İsviçre’de yaşarken birden karşısına Aksanat’ta ki ebru sergisi kataloğundaki yazıları yazan Uğur Derman çıkmış.
- Rehber olarak üç gün gezdirdim Uğur Beyi, dördüncü gün eve yemeğe davet ettim. Açıp banyoyu gösterdim, tekneler, boyalar. Ne olur, bana bu ebrunun nasıl yapıldığını anlatın. Mustafa Düzgünman’a iki defa gittim bana yüz vermedi.
- Vallahi ben ebru yapmasını bilmem, bana anlatılanları yazdım o kataloğa. Ama sen Mustafa Düzgünman’a bir defa daha gitseydin seni öğrenci olarak kabul ederdi. O, meşke geçebilmek için sende ne kadar aşk olduğunu kontrol etmiş.
Fatih Mika