Yemyeşil çimenlerin kapladığı futbol sahasını basan tertemiz yağmur sularının içinden hızla geçip, menteşesi otombil lastiğinden yapılmış tahta bahçe kapısını hafifçe kaldırarak itip bahçeye giriyorum. Poyrazın, kavak ağaçlarının çıplak dallarını birbirlerine kırdırarak çıkarttığı seslerin arasından Çiko nasılsa kapının gıcırdıtısını duyup koşup beni karşılıyor. Ben Çiko’nun çamurlu ayakları ile üzerime atlamısını engellemek için kafasını tutup okşuyorum. Artık benim de evim sayılan bu balıkçı barınağının girişinde yeşil lastik çizmelerimi çıkarıyor Sinou evde olmasa bile ben odaya giriyorum. Borusu kızarmış ince saç sobanın yanındaki divanın üzerine oturan Meryem Teyze yün örüyor. Sobanın içindeki alevleri kandırıp kendine çekmeye çalışan poyraz, uğuldayarak yalanlar söylüyor. Pehlivan Amca pencerenin yanındaki divana oturmuş, önüne küçük masayı çekmiş, çapari bağlıyor. İnce misinaların, beyaz kaz tüylerinin, alacalı kahverengi hindi tüylerinin, kırmızı ibrişim makaralarının, tırnak makası, çakı ve üzeri iğnelerle kaplı bir mıknatısın olduğu bu masa bana derin sulara bırakılacak takımların henüz kimsenin bilemeyeceği gizlerle dolu öyküler fısıldıyor.
Birgün Pehlivan Amca bana çapari bağlamayı öğretiyor. Kösteklerin boylarının aynı olması için misinayı elime sarmayı, kösteklerin uçlarına düğüm atmayı, iğne ile kaz tüylerini koparıp kırmızı ibrişimlerle bağlamayı. Sonra bir sandalyenin arkasında gerdanlıklar gibi onlu, onbeşli, yirmili takımlar hazırlayıp eski okul defterlerinin içinde saklamayı.
Takım sandığını tekneye götürüyorum. Bu, içinde balık takımlarının, iskandillerin, zogaların, zargana ipeklerinin, iskandilleri parlatmakta kullanılan bir ilaç şişesine konmuş civanın bulunduğu, yediği tuzlu deniz sularının verniğini silip süpürdüğü ahşap bir sandık. İskeleye bağlı teknenin düğümlerini çözüyoruz. Gri bulutların, sert rüzgarın altında; derenin çırpıntılı sularının üzerindeyiz. Ben küreklere oturup teknenin başını haylaf pilajına doğru çeviriyorum. Arkamda karmakarışık bir ahşap heykel gibi dereyi enlemesine kesen Kızılay Köprüsü. Pehlivan Amca on beygirlik Viscontin marka motorun ipini çekiyor. Gürültü ile çalışan motoru rolantiye alıp poyrazın alçattığı sularda karaya oturmamak için yavaş yavaş ilerliyoruz. Sol tarafta, yüksek kavak ağaçlarının altındaki balıkçı barakaları sanki ısınmak için birbirilerine sokulup kış uykusuna yatmış, sessizce kışın geçmesini bekliyorlar. Ahmet Reisin ispenç horozları, Münir’in güvercinleri ortalıkta yoklar. Soğuk rüzgarı yemek istemeyen köpekler, kazdıkları çukurların içlerinde kıvrılmış uyuyorlar. Martılar sığ sularda sıkıştırdıkları yavru balık sürülerine çığlıklar içinde dalıyorlar.
Kıyaltından çıkıp yavaş yavaş denize açıldığımızda rüzgar şiddetini arttırıyor, dalgalar irileşiyorlar. Bizden önce denize açılan balıkçıların rengarenk teknelerinin olduğu sulara geldiğimizde Pehlivan Amca motoru durduruyorö yekeyi çıkarıyor. Gürültüsü kesilen tekne su şıpırtıları arasından kuğu gibi süzülerek yavaş yavaş karnını rüzgara yan veriyor. Biz tekneyi öylece akışa bırakıp çapari takımlarını suya indiriyoruz. Ellerimiz, iğnelere dokunacak balıkları arıyorlar. Birden Pehlivan Amca “Balık on kulaçta.” diyor. Takımları on kulaça indirip ben de balığı buluyorum. Gümüş gerdanlıklar gibi dolan takımları tekneye alıyor, balıkları ayıklayıp livara atıyor, tekrar mavili yeşilli sulara bırakıyoruz. Rüzgarın ittiği tekne yavaş yavaş açılıyor, dalgalar irileşip köpükleniyorlar. Buz gibi sudan donan parmaklarımı kapatamıyorum. Pehlivan Amca “Takımları suya indirme, akış başı yapalım.” diyor. Motorun ipini çekip çalıştırıyor, yekenin başına geçiyor. Ben motorun paslı küçük bir top gibi olan egsozuna ellerimi uzatıp ısıtmaya çalışıyorum. Ellerim ısınacaklarına acıyorlar. İçimden ağlamak geliyor, Pehlivan Amca görür sonra beni bir daha balığa götürmez diye korkuyor, kendimi tutuyorum. Akış başına gelince duruyor tekrar takımları suya indiriyoruz. Çaparilere dolan balıkları, karanlık suların içinden çekerken balıklar sağa sola yalpalayan bir sarhoşun elindeki bıçak gibi parıldıyorlar. Bir kaç akıştan sonra Pehlivan Amca da üşüyor, “Kıyıya gidip birer sıcak çay içelim” diyor. Ben tekrar egzosun yanına gidip ısınmaya çalışıyorum.
Livarı doldurup kıyıya döndüğümüzde Pehlivan Amca balıkları madrabaz Hayri’ye satıyor. Ben payıma düşen bir torba balığı alıp evin yolunu tutuyorum. Balıkların yüzgeçlerinin deldiği torbadan damlayan kanlı sular şıp şıp yola düşüyorlar.
Fatih Mika