İstanbul’da Bozdoğan Su Kemerleri’ne yaslanmış ahşap bir evde doğdum. Bozdoğan Su Kemerleri’nin büyüklüğü, üzerindeki çaylak yuvaları, geceleri komşunun tavuklarını çalan orada hayat kurmuş sansarlar, düş dünyama girer; kafamda kurguları karmaşık öyküler oluştururdu. Belki de taşlara olan sevgim, belki de taş kafalılığım o günlerden kalmadır. Belki de bu nedenden, pişman olduğum zamanlar, sevdiğim taşlara yazık olmasın diye “başımı taşlara” hiç vurmam.
Roma’da, Casa Dell’Architettura’da, Mimar Sinan Belgeseli’ni seyrediyorum. Fahri Atakoğlu, bu belgeselin (kendisine ait) müziğini piyanoda çalıyor. Panoda Mimar Sinan’ın ve onun ettkisinde kalan diğer mimarların eserleri akıp gidiyor. Ben de akıp gidiyorum.
Sarayevo’dan kalkan otobüsümüz, beyaz koyunların otladığı, çiğdemli yeşil yamaçların arasından geçiyor. Zirveleri karlı tepelerin alt kısımlarında, kızılcık ağaçlarının sapsarı çiçekleri. Yamaçlarda Vişegrad’ın kırmızı kiremitli, dik çatılı evleri, ardından Mimar Sinan’ın yaptığı Drina Köprüsü gözüküyor. Biraz sonra üzerinden geçeceğimiz bu muhteşem köprünün altından, eriyen karların bozbulanık suları coşkuyla akıyorlar. Dağların paletlerindeki renklerin, nehirdeki yansımasının içinde, fildişi renkleriyle buğulu, gizemli köprü de yansıyor. Bu topraklarda yaşananlara dayanmak için taştan olmak gerekiyor bazen. “Drina Köprüsü”nün yazarı İvo Andriç’in; Bosnayı terkeden Boşnaklara “ Gitmeyin, güneş sizi hiç bir zaman doğduğunuz yerdeki gibi ısıtmayacak.” sözü, gözlerimi yaşartsa da; ben de Sarayevo’daki beş yıl süren sürgünlüğümde güneşlerde ısınamıyor, taştan bir ruh haliyle bu sürgüne dayanıyor, ülkemin güneşini özlüyorum.
Koyu gri bulutların akşamla karıştığı bu saatlerde, poyraz alçak suları titretiyor. Hangi amaçla çakıldıkları unutulmuş kazıkların üzerine beyaz martılar tünemiş. Kefaller, suların üzerinde sıçrayıp oynamak için sıcakları bekliyorlar. Titreyen bu suların üzerinde günün son ışıkları yansıyorlar. Yandaki Londra Asfaltı’nın üzerinden geçen taşıtlar, bir an önce sıcak sobalı evlerine kaçmanın telaşı içindeler. Poyrazın kovduğu sular çekilmiş. Köprünün yanındaki ahşap iskelelere bağlanmış, küpeştelerindeki vernikleri aşınmış; kirli elişi kağıtları gibi renkli; üzerleri ağlarla dolu karpuz kıçlı balıkçı tekneleri, iskelelerdeki kamyon lastiklerine sürtünerek gıcırtılar çıkartıyorlar. Ahmediye’deki çayıra yemlenmeye gitmeye çalışan ördekler, fışır fışır kanat sesleri ile üzerimizden geçiyorlar. Bir çifte sesi, ördekleri kağıt parçaları gibi dağıtıyor. İçlerinden biri, kanadını titrete titrete suya düşüyor. yarasından çıkan kan damlası, yağlı tüylerinin üzerinden kayıp suya karışıyor. Mimar Sinan’ın Büyükçekmece Köprüsü, bu detayın üzerinde durmuyor bile. Ben unutamıyorum.
Onüç yaşındayım. Balıkların, içine girdiği bir şehrin çocuğuyum. Elli metre misina, bir iskandil ile Galata köprüsünde balık tutuyorum. Dubaların üzerindeki köprü çalkalanıyor. İnce şefaf misinanın, kaz tüyünden yapılmış çaparilerin, tuzlu suyun, kaplarda sıçrayan balıkların gerçekliğine, çalkalanan kafamın fantazileri karışıyor. Sağ tarafta, insanların ilk ve son sözlerini söyledikleri yer Süleymaniye var. Süleymaniye Camisi’nin heybetli, sakin yapısı tam fantazilerimi yerlerine oturtacakken, batan güneşin kızarttığı bulutlar, Sinan’ın bin bir hesapla yaptığı detayları eritip içine düşler doldurulacak yeni bir şehir sulieti sunuyorlar.
Sonra Mostar Köprüsü. Altından, bana doğru Neretva Nehri akıyor. Ben Neretva’nın kıyısında ağlayan söğütlerin altından, sahte sineklerle alabalık tutuyorum. Söğütlerden kelebekler dökülüyor, bülbül nameleri var havada. Karşı tepelerde ateşten çiçekleriyle yabani narlar. Oltama takılan alabalıklar girdaplarla akan suların üzerinde sıçrıyorlar. Bu balıkları yakalamak mesele değil, mesele karaya çıkarmak. Kıyıya bir metre kala oltadan kurtuluyorlar. Biliyorum hayat hep tutmak değil, bazen de kaybetmesini bilmek gerekiyor.
Fatih Mika