Bayan Clara ile apatmanın avlusunu bir türlü paylaşamıyoruz. Bayan Clara, apartmanın avlusunda ki iki odalı kapıcı dairesini kiralayıp kendisine sevimli bir büro yaptı. Kira kontratını imzaladığında avlunun ona ait olmadığını ve biz apartman sakinlerinin avluya bisikletlerimizi koyabileceğimizi biliyordu. Fakat Bayan Clara’nın hayali, tüm avluyu kendi kullanım alanına dahil etmek.
Planı, avluyu çiçeklerle doldurup (Adım gibi biliyorum bütün bunlar çiçekleri sevdiği için değil, eğer ben de saksılarımı avluya indirsem; Bayan Clara sevinmeyecek) bize bisiklet koyacak yer bırakmamak. Bir gün avluda bisikletimi koyacak yer bulamayınca bisikletimi kilitleyip, Bayan Clara’nın kapısına dayayıp gittim. Baktım bisikletime bir yer açıp duvarın kenarına kaldırmış. Kapıyı çalıp “Benim bisikletimin yerini kim değiştirdi?” diye sert bir şekilde sorunca; Bayan Clara telaşla gelip “Bisikletin yerini kendisinin değiştirdiğini, bir büronun önünde bisikletlerin hoş olmadığını” söyledi. Ben de “Bu yeri kiralamadan önce, biz apartman sakinlerinin avluya bisikletlerimizi koyma hakkımızın olduğunu biliyordunuz.” dedim. Çünkü bu üçüncü bisikletimi de çaldırmak; ya da hergün, daracık asansör ile sekizinci kata bisiklet çıkarmak istemiyorum.
İşin kötüsü, avluda Bay Franco’dan başka kimsenin bisikleti yok. Bisikletle işe giden iki komşum, çok değerli olan bisikletlerini hergün dairelerine çıkarıyorlar. Baktım kendime müttefik te bulamıyorum, gidip bit pazarından dört tane ucuz bisiklet alıp avluya koydum. Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde erasmus öğrencisi olan Özlem de Türkiye’ye dönerken bisikletini bana bırakınca, avluda toplam altı bisikletim oldu. Bayan Clara biz bisikletlilerin apartman sakinleri içinde çoğunluk olduğumuza inansın, bizden çekinsin istiyorum.
Bugün Roma’da toplu taşıma iş kolunda çalışanların grevi var. Evden yaklaşık altı kilometre uzaklıkta olan galeriye bisiklet ile gideceğim. Bir dağ bisikleti olan bisikletime binip yola çıkıyorum. Herkesin kendi başının çaresine baktığı bu günde, trafik arap saçı gibi. Sürücülerin burunlarından dumanlar çıkıyor. Ben böyle bir trafiğin içinde iken, birden frenlerimin tutmadığını farkediyorum. İki şeritli yolun bir şeridine bir otombil park ettiği zaman ben tek başıma yolu kaplıyor, frenlerime güvenemediğimden aheste aheste gidiyor, arkamda ki sürücülerin burunlarından çıkan dumanların renklendiğini, siyah ile karışık kırmızılaştığını görüyorum. Canım kiymetli, yoluma yavaş yavaş devam ediyorum.
Düz yolda çok sorun yaşamamama rağmen göbeklere geldiğimde sağ şeriti terk edip trafiğin ortasına girmek zorunda kalıyor, kendimi sağda ki caddelere sapmak isteyenlerle yine o caddelerden meydana girmek isteyenlerin karmaşası, sinyalleri ve korna sesleri arasında buluyorum. San Giovanni’ye geldiğimde şehrin surları bana biraz huzur verse de, bu huzur tramvay rayları başlayınca tekrar kayboluyor. Aklıma, Roma’da böyle bir tramvay rayına bisikletimle son sürat girip, raydan havaya bisikletsiz fırlayıp, sonra havada tekrar bisikletimi yakalamam; arkamda acı fren yapan yaşlı bayanın benim tanrı ile olan ilişkilerimi bilmeden “Allaha şükret” demesi geliyor.
Santa Maria Maggiore Bazilikası’nın yanında ki yokuştan aşağıya inerken yapacağım hiçbirseyin olmadığını anlayıp, kırmızı ışığa yakalanmadan, yolu doğrudan frensiz geçmeyi arzuluyorum. Fakat son anda yanan kırmızı ışık bütün planlarımı bozuyor, onca taoist bilgim ve tecrübeme rağmen frenlerimi tutturamıyor, önümde duran lacivert otombile bindiriyorum.
•••
Büyük gürültüden önce yolun sol tarafında onu görüyorum. Haziran aylarının kızgın güneşleri altında ki başakların renginde, kınalar kokan sıcak kızıl saçları; ovuşturduğumda elimde tane tane olan buğdaylar gibi çilli yüzünü kaldırmış Santa Maria Maggiore Bazilikası’nı seyrediyor. Aklıma ne nefesimi tuttup soğuk kanlılığımı korumak, ne de ayakkabımı ön tekerleğe sıkıştırıp fren sistemi icat etmek geliyor.
•••
kırmızı kuşaklı
lacivert mantolar gibi
eskiyor hayatımız
görsek birbirimizi
acaba tanırmıyız
•••
Büyük bir gürültüden sonra sırtımdaki ağrıları, yamulup havada kendi halinde dönen tekerleğin parlayan tellerini farkediyor “oh yaşıyorum” derken; yan yatmış bisikletin çatlamış aynasından yüksek tapuklar üzerindeki iki ayağın lacivert otombilden inip bana doğru geldiğini görüyor “Yeni kadınlar da yeni kitaplar gibi, ortasından başlanılmıyor” diye düşünüyorum.
•••
Büyük gürültüden sonra ayağa kalkarken ağlamaya başlıyorum.
“Bir bayram günü yeni elbiselerim, yeni ayakkabılarımla, el öperek topladığım paraları cebimde şıngırdatarak bir bisiklet kiralamaya gidiyorum. Kalın tekerlekli, hantal, pasların olmadığı yerlerinde yeşil renkleri olan bir bisiklet bu. Önce tek elimi, sonra iki elimi birden bırakıp gidebildiğim, çamurluksuz ama dengeli bir bisiklet. Benim on yaşımdaki gücüme güç, hızıma hız katan, duran şeylerin arasından beni rüzgarlar gibi uçuran bu kiralık yeşil, paslı bisikletin bana verdiği bu güçle; önce sokağımızın, ardından mahallemizin sınırlarını aşıyorum. Akasyaların arasından göle doğru inen toprak yokuştan hiç pedal çevirmeden gidebileceğimi öğrenirken hızlanıyor da hızlanıyor; frenlerimin o hızımı durdurmaya yetmediğini fark ediyorum. Çıplak çamurluksuz tekerleğin üzerine yeni bayramlık ayakkabımı koyarak fren yapıyor; annemin bana, babamın memur maaşı ile aldığı suni köseleden ayakkabım, altından dumanlar çıka çıka eriyip deliniyor; tabanım acıyla yanıyor; fakat bisikleti durduruyorum.”
Ben ağlıyorum, tabanım yanıyor.
Fatih Mika