italiano
Fatih Mika  
 
Güncel
  Katar Sergisi Doha
  “Yantai Art Museum”
  100 Öğrenci 100 Gravür Belgrad
  Belgrad Kişisel Gravür Sergisi
  Geri Dönüş II
  Anneme
  Work Shop
  Kestane
  Mezlaka-i Akdâm
  Modissima feat. Turkey Contemporary Art
  Sergi
  Segno e Insegno
  Çağdaş Türkiye
  40. Sulmona Sergisi 2013
  Gravür Sanatçısı: Fatih Mika
  İzler
  Atölye
  Beklemenin Tadı
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Noel Kokteyli
  deniz kızı
  bahane olmalı
  Edebi Ruhun Resme Aksi
  iyi ki saklamışım
  Palamut
  ayvansaray
  İşkence
  bir güvercin
  siyah selvi
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Ahlat Ağacı
  Küpeler
  cam kırıklarıyla
  Kaktüs
  otlar
  Bonsai
  doldurup heyecanları
  Tebessüm
  Mimar Sinan
  Bulla
  Serçeler
  Değer
  Kumlu Begonya
  Aşk-Meşk
  İrfan Baba
  Deli Sanat
  Çapari
  spookyman
  Ischia Adası II
  Atölye
  bir rüzgar okşar
  Kes Yapıştır
  Arte 3
  boğaziçinde
  yandaki çiçek
  Ben Çingene Olmak İstiyorum
  gecenin dalı yok
  napoliden geçerken
  med cezir
  Picasso
  calò
  Mara
  Antico Caffe Greco
  Dirsek Teması
  Cara Pippa
  İki Kaptan
  Roma Leonardo da Vinci Havaalanı
  San Valentino
  Duman
  Kar Tanesi
  Aziz
  Fatbarla*
  Roma'ya Başlamak
  bisiklet
  Saatler
  Bahçem
  Yaşamak
  Fink Fink II
  Fink Fink
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? IV
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? III
  Ischia Adası
  Minoo
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? II
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? I
  Albrecht Dürer
  bir özlemim kalmış
  Çiçekler
  Sanatta raslantının denetimi
  Agop Mehmet Ali
 
 
Ağustos
19
2009
Ischia Adası II
 
 
 
Sabahları erken kalkıp, Aragonese Kalesi’nin önündeki iskeleye gidip, balıkçıların denizden dönmesini bekliyorum. Yeni bir güne sanki yeni elbiselerle başlamak isteyen deniz, duruluyor. Eğer havadaki nem oranı düşük ise Napoli taraflarından doğan güneş bu sahneye Vezüv Yanardağı’nı da katıyor. Teknelerin üzerinde uçuşan martılar, balıkçıların ağlarından arta kalan ıskarta balıkların denize atılmasını bekliyorlar. Ben, elli kulaç derinlikteki ağları sanki kendi ellerimle çekiyormuşum gibi teknelerin livarlarındaki balıkları tek tek merak ediyorum.

Denizle hiç bir sözleşmeleri olmayan bu balıkçılar, hergün birbirlerine benzemeyen onlarca çeşit balık ve deniz ürünleri ile kıyıya dönüyorlar. Balığı satmanın, balığı tutmaktan daha zor olduğunu bilen balıkçılar, teknelerini iskeleye bağlayıp müşteri; aynı şeyi bilen müşteriler de balıklarla ilgilenmiyor gibi yapıp güneşin yükselmesini, fiyatların düşmesini bekliyorlar. Mürekkep balıkları, sularını simsiyah yaptıkları kaplarda, kirli yumartalar gibi yüzüyorlar. Naylon kaplara kolları ile  tırmanan ahtopotlar, kocaman kafaları ile etraftakileri süzerek, bu insan topluluğunun kendilerine maydanozlu sarımsaklı domatesli lop lop etler diye değil de, canlı birer varlık olarak bakıp, biraz olsun acımalarını istiyorlar. Barbunyalar, kan lekeli cepkenleri, sarı kuşakları, beyaz bıyıkları, gümüşi pulları ile lezzetler değil de; sanki bıçaklı bir kavgadan yeni çıkmış Egeli bir efeliğin cakasını satıyorlar. Kıpkırmızı kırlangıç balıkları, bilgiç kocaman kafaları, yeşilli-sarılı geniş lacivert yüzgeçlerini açmış, sanki biraz sonra balık çorbası olmaya değil de felsefe dersleri vermeye hazırlanıyorlar. Kocaman kofanalar, sabaha kadar kovaladıkları zarganalar ile yana yana aynı kapta durmaya şaşırıp, biraz olsun yaptıklarından utanıp, yüzlerine bakamadıkları zarganalara sırtlarını dönüyorlar. Hamsiler, bu yaz mevsiminde Karadenizli vatandaşlarımızı kıskandırırcasına öyle taze, öyle kırbaç gibi, kilosu beş Euro’ya naylon torbalara dolduruluyorlar. On kiloluk orkinoslar, kavgalarının, yiğitliklerinin, hızlarının izlerini iri vücutlarında taşıyarak, kendilerini bizlere, annemin dantelli televizyonu gibi saygı ile izletiyorlar. Mırnavlar, yumuşak karınları, beyaz etlerinin aksine; iri gözleri, dişlerle dolu kocaman ağızları ile bu ağlara yakalanmış olmanın yenilgisini bir türlü kabul edemiyorlar.

Islak ağlar, yosun ve tuz kokuyor. Henüz kurumamış olan çiğ tanaleri, çatlak boyalar üzerinden kayıyorlar. Uzun yaşamı boyunca ne hayatlar tartmış, zincirleri paslı pirinç el terazisi, sanki bütün bildiklerini söylemek istemiyor.

Biraz sonra balıkçılar, bir yandan ağları istiflerken, diğer yandan kakıçlarla tekneleri itip iskeleden uzaklaşacaklar. Ben de iskeleyi arkamda bırakıp, bütün gecenin çiğini yemiş gibi yorgun Boccia Fırını’na doğru yürüyeceğim. Boccia Fırını’nda beni,  hamuru sıkı, koyu renkli, sert kabuğunun üzerinde mayalanma sırasından kalan kumaş dokularının izleri olan, yamuk yumuk ekmekler bekliyor. Sadece zeytinyağına bile dokunsa her taraflarından lezetler akan; kekik, sarımsak ve san marsano dometesi de olursa doymak bilemeyeceğiniz bir ekmek bu. Birgün beni Boccia Fırını’nın ekmeklerine bağlayan tutkumun sırrını çözüyorum. Bu sır, adadaki su sıkıntıların olduğu çok eski tarihlere kadar gidiyor. Adadaki kıt su olanaklarını ekmek yapımında harcamaya kıyamayan fırıncı, ekmek hamurunu deniz suyu ile yapıp, üstelik tuzdan da tasarruf ediyormuş.

Kokulu  Akdeniz maki bitki örtüsünün çalıları ile pişirilen bu ekmekler bana, ben farkında olmadan denizlerin içinde benim de karıştığım rüzgarların, fırtınaların, dikenli balıkların, deniz kızlarının, köpüklü dalgaların, ağların, misinaların maceralarını taşıyorlarmış
 
 


Fatih Mika