Sabahları erken kalkıp, Aragonese Kalesi’nin önündeki iskeleye gidip, balıkçıların denizden dönmesini bekliyorum. Yeni bir güne sanki yeni elbiselerle başlamak isteyen deniz, duruluyor. Eğer havadaki nem oranı düşük ise Napoli taraflarından doğan güneş bu sahneye Vezüv Yanardağı’nı da katıyor. Teknelerin üzerinde uçuşan martılar, balıkçıların ağlarından arta kalan ıskarta balıkların denize atılmasını bekliyorlar. Ben, elli kulaç derinlikteki ağları sanki kendi ellerimle çekiyormuşum gibi teknelerin livarlarındaki balıkları tek tek merak ediyorum.
Denizle hiç bir sözleşmeleri olmayan bu balıkçılar, hergün birbirlerine benzemeyen onlarca çeşit balık ve deniz ürünleri ile kıyıya dönüyorlar. Balığı satmanın, balığı tutmaktan daha zor olduğunu bilen balıkçılar, teknelerini iskeleye bağlayıp müşteri; aynı şeyi bilen müşteriler de balıklarla ilgilenmiyor gibi yapıp güneşin yükselmesini, fiyatların düşmesini bekliyorlar. Mürekkep balıkları, sularını simsiyah yaptıkları kaplarda, kirli yumartalar gibi yüzüyorlar. Naylon kaplara kolları ile tırmanan ahtopotlar, kocaman kafaları ile etraftakileri süzerek, bu insan topluluğunun kendilerine maydanozlu sarımsaklı domatesli lop lop etler diye değil de, canlı birer varlık olarak bakıp, biraz olsun acımalarını istiyorlar. Barbunyalar, kan lekeli cepkenleri, sarı kuşakları, beyaz bıyıkları, gümüşi pulları ile lezzetler değil de; sanki bıçaklı bir kavgadan yeni çıkmış Egeli bir efeliğin cakasını satıyorlar. Kıpkırmızı kırlangıç balıkları, bilgiç kocaman kafaları, yeşilli-sarılı geniş lacivert yüzgeçlerini açmış, sanki biraz sonra balık çorbası olmaya değil de felsefe dersleri vermeye hazırlanıyorlar. Kocaman kofanalar, sabaha kadar kovaladıkları zarganalar ile yana yana aynı kapta durmaya şaşırıp, biraz olsun yaptıklarından utanıp, yüzlerine bakamadıkları zarganalara sırtlarını dönüyorlar. Hamsiler, bu yaz mevsiminde Karadenizli vatandaşlarımızı kıskandırırcasına öyle taze, öyle kırbaç gibi, kilosu beş Euro’ya naylon torbalara dolduruluyorlar. On kiloluk orkinoslar, kavgalarının, yiğitliklerinin, hızlarının izlerini iri vücutlarında taşıyarak, kendilerini bizlere, annemin dantelli televizyonu gibi saygı ile izletiyorlar. Mırnavlar, yumuşak karınları, beyaz etlerinin aksine; iri gözleri, dişlerle dolu kocaman ağızları ile bu ağlara yakalanmış olmanın yenilgisini bir türlü kabul edemiyorlar.
Islak ağlar, yosun ve tuz kokuyor. Henüz kurumamış olan çiğ tanaleri, çatlak boyalar üzerinden kayıyorlar. Uzun yaşamı boyunca ne hayatlar tartmış, zincirleri paslı pirinç el terazisi, sanki bütün bildiklerini söylemek istemiyor.
Biraz sonra balıkçılar, bir yandan ağları istiflerken, diğer yandan kakıçlarla tekneleri itip iskeleden uzaklaşacaklar. Ben de iskeleyi arkamda bırakıp, bütün gecenin çiğini yemiş gibi yorgun Boccia Fırını’na doğru yürüyeceğim. Boccia Fırını’nda beni, hamuru sıkı, koyu renkli, sert kabuğunun üzerinde mayalanma sırasından kalan kumaş dokularının izleri olan, yamuk yumuk ekmekler bekliyor. Sadece zeytinyağına bile dokunsa her taraflarından lezetler akan; kekik, sarımsak ve san marsano dometesi de olursa doymak bilemeyeceğiniz bir ekmek bu. Birgün beni Boccia Fırını’nın ekmeklerine bağlayan tutkumun sırrını çözüyorum. Bu sır, adadaki su sıkıntıların olduğu çok eski tarihlere kadar gidiyor. Adadaki kıt su olanaklarını ekmek yapımında harcamaya kıyamayan fırıncı, ekmek hamurunu deniz suyu ile yapıp, üstelik tuzdan da tasarruf ediyormuş.
Kokulu Akdeniz maki bitki örtüsünün çalıları ile pişirilen bu ekmekler bana, ben farkında olmadan denizlerin içinde benim de karıştığım rüzgarların, fırtınaların, dikenli balıkların, deniz kızlarının, köpüklü dalgaların, ağların, misinaların maceralarını taşıyorlarmış
Fatih Mika