“Hıdrellez den bir gün önce dileğinizin maketini gülün dibine koyarsanız, dileğiniz gerçekleşir.” derdi annem. Ben, dalları dikenler içinde, çiçekleri pembe katmerli, mis kokulu reçel gülünün altına küçük taşlardan bahçeli bir ev yapar, bahçeyi çiçekler ve ağaçlarla donatırdım. Hani köylüye sormuşlar “aşk nedir” diye? O da “İki genç sevişirler, evlenemezlerse aşık olurlar” demiş. Benim de böyle bahçeli bir eve aşkım hala devam ediyor.
Balkon kapısının yanındaki kumlu begonya ile koridorda ki kuşkonmazı saymazsak, evde pek çiçeğimiz yoktu. Oysa küçücük bahçemizde kasımpatlar, karanfiller, şebboylar, reçel gülleri, hanımelleri, leylaklar ve zambaklar vardı.
Şehrin dışında bahçeli küçük evlerin serpiştirildiği bir yerdi bizim semtimiz. Belediyenin çöpçüsü at arabasıyla kimbilir kaç günde bir gelir, az miktardaki çöpü alır giderdi. O yıl yenilen meyvaların çekirdekleri, o yıl temizlenmis bahçelerin çiçeklerinin tohumları orada kalırdı. Ben baharda filizlenen şebboyların, karanfillerin, akşam sefalarının, malta eriklerinin, vişnelerin fidelerini toplar bahçemizin bir köşesinde kendi bahçemi yapardım.
Okulumuz (ilk birbuçuk yıl) oluklu saçlardan yapılmış yarım silindir şeklindeki iki barakadan ibaretti. Bir de bu iki barakaya ek olarak yandaki kahvehane sabahları sınıf olarak kullanılırdı. Ağbeyim bu kahvedeki sınıfa devam ettiğinden okula değil de, gece yaşamına daha yatkın olarak büyüdü. Yağmur yağdığında içine su damlayan sınıfımızdaki sıralar ve sandalyeler toplama oldukları için hiçbiri birbirine benzemezdi. Odun sobası ile ısınan bu sınıflara kışları bir elimizde çantamız, diğerinde bir parça odunla giderdik. Okulun en güzel yanı tenefüsleri idi.
Bahar günleri hademenin elindeki sarı çanı çalması ile ben kendimi birden bire kırların içinde bulur; çiçekler, fideler toplar; ağaçlara kuşlara bakar; sınıfa dönmeyi unuturdum. Aklım başıma gelip okula döndüğümde, okulun bahçesi bomboş olurdu. Sınıfın kapısını çalar, boynum eğik içeri giredim. Sevgi öğretmen, beni yanına çağırır yanaklarıma tokatlar atar, tırnaklarını kulağıma batırırdı. Ben, yaptığı işin doğruluğundan emin, dayak yemekten utanmaz, hademenin elindeki sarı çanı çalmasını beklerdim. Hiç unutmam çok güzel bir bahar günü her tenefüste sınıfa geç döndüm, her seferinde yanaklarıma tokatlar yedim, kulak memelerim delindi.
Sevgi öğretmenimin kocası Ahmet başöğretmen iyi bir insandı. Sevgi öğretmenin her yıl sonu beni sınıfta bırakmasını önler, benim farklılığımdan değisik bir şeyler çıkma olasılığı sezerdi.
Bir defasında Sevgi öğretmen tarih dersinde beni tahtaya kaldırdı. Sorular soruyordu. Ben kendi tarihimden başka hiç bir tarih bilmiyordum. Sıra dayağa gelmişti. Beni yanına çağırdı. Siyah okul önlüğüm, geniş beyaz okul yakam vardı. Sevgi öğretmen beyaz yakamdaki kırmızı kan lekelerini görünce kavga ettiğimi sanıp “Ne yaptın?” diye kükredi. Ben sallanan dişimi çektiğimi söyledim. Bana dayak atmadı.
Yeni, sahici, geniş koridorlu okul yapılırken, Sevgi öğretmen telaşlanır, öğretmenler birliğinin toplantısında, yeni okulun birinci katının pencerelerinin ya benim kolayca çıkabileceğim kadar alçak yada atlamaya cesaret edemeyeceğim kadar yüksek olmasını istermiş.
Bu yeni okul yapıldığında yeni yazı tahtaları, yeni sıralarla birlikte geniş koridora kocaman saksısı ile bir devetabanı geldi. O yıllarda bizlerin tanımadığı, evlerimize sığamayacak kadar büyük, kartal kanatlı, kökleri havada kocaman bir bitkiydi bu.
Öğrencilerini kırlardaki bitkileri tanımaya götürmeyen öğretmenler, bu devetabanından her sınıfa birer tane üretebilmek için, her havadaki kökün altına üzerinde sınıfı belirten etiketler yapıştırılmış su dolu kavanozlar koydular. Tabi ki hiçbir sınıfın devetabanı olamadı. Oysa benim, evimizin bahçesinin bir köşesinde yaptığım bahçemde şeftali ağaçlarım, şebboylarım, biber ve domateslerim vardı. Üstelik dayak yiyen de bendim.
Her zaman çiçeklerim oldu. Çiçekler bana sevmeyi, sorumluluk duygusunu, güzellikleri, bereketi ve herşeyin para olmadığını öğretti. Hala, ondört yıl önce çekirdekten ektiğim zeytin ağaçlarım, nar ağaçlarım var. Hala begonyalarımın, mum çiçeklerimin dallarını kırar kırar saksılara diker, biber fideleri yetiştirir eşe dosta dağıtırım. Rüzgarların balkonlardaki saksılarından kopardığı bir sardunyayı sokakta görünce kıyamaz, öpüp başıma kor, eve getirir, bir saksının içine saplarım.
Elbetteki çiçekler sevgiyle yetişir. Hem de öyle bir sevgi ki, sardunyayı sevemeyenler orkideleri de sevemezler.
güller gül gibi kokmuyor artık
sen kokunla olduğun gibi kal gülüm
güller yıl boyunca rengarek açıyor artık
seni kokunu ve baharı beklerim ben
sen kokusuz açma gülüm
...
.
Fatih Mika